13 Aralık 2019 Cuma

SU VE ISRAEL
















Bundan yıllar evvel bir İsrael’li bana “İsrael’in en büyük problemi ya da düşmanı Araplar değildir, sudur” demişti. Gerçekten de NASA’nın verilerine göre doğu Akdeniz, son 900 yılın en büyük kuraklığıyla karşı karşıya. İsrael devletinin, su işlerinden sorumlu bir müdürü; yıllar evvel verdiği bir röportajda  ülkenin herhangi bir yerindeki musluğu açıp suyun gelmediğini görmeye çok ama çok yaklaşmıştık” diyor.

İsrael’in doğal su kaynakları kısıtlı. Kuzeyde Tiberya gölü ülkenin en büyük tatlı su kaynağı. İkinci olarak Ürdün nehri var. Ancak bu akarsuyu, İsrael komşularıyla paylaşmakta. 60’lı yıllarda Suriye ve Ürdün bu nehrin yatağını değiştirip İsrael’in sudan faydalanmasını önlemek istediler, İsrael’i (has ve şalom, has ve halila) kurutmak istediler.  İsrael gelmiş geçmiş dünyanın en büyük casuslarından biri olan ELİ COHEN’in sayesinde bu projeyi öğrendi ve 1967 Arap-İsrael savaşının en önemli nedenlerinden biri de buydu.

Bunlardan başka bir de yeraltı suları var. Ancak yer altı suları azalan yağmurlarla birlikte giderek kurumakta. Bir de son yıllarda toprağın denizden tuz emmeye başladığı ve yeraltı sularının tuzlanmaya başladığı tespit edildi. Zaman içerisinde giderek bütün doğal koşullar İsrael’in aleyhinde gelişmekteydi.

2009 yılına geldiğinde artık basında  “İsrael kuruyor” konulu yazılar çıkmaya başlamıştı. Durum son derecede ciddiydi.

Hükümet ilk önce su işlerinde ciddi bir düzenlemeye gitti ve bakanlıklar arası güçlü bir kurum olan “Su İşleri Müdürlüğünü-Water Authority” kurdu. Bu müdürlükten evvel su sorunundan birden fazla bakanlık sorumluydu. Bu bakanlıkların her birinin kendi çıkar ve lobileri vardı. Su İşleri Müdürlüğünün halkla ilişkiler temsilcisi El Feinerman bu konuyla ilgili bir yorumunda  “çok sayıda su politikası mevcuttu, ancak sağ elin yaptığını sol el bilmiyordu” demişti.

Su İşleri Müdürlüğü kurulur kurulmaz önlemler peş peşe gelmeye başladı. Halk bilinçlendirildi. Hortumla araba yıkamak yasaklandı. Evlerin bahçe çimlerinin ve bitkilerinin yalnız gece sulanmasına müsaade edildi. Pek çok bahçe sahibi çimleri söküp yerine yapay çim koydu. Halktan duş süresinin 2 dakika ile sınırlanması istendi. “Dişlerini fırçalarken suyu kapa” her kesin kesinlikle uyduğu bir kural oldu. Damlayan musluk veya benzeri bir kaçak anında tamir edildi.

Önceleri halktan su vergisi alınıyordu. Bu terkedildi. Kişi başına bir su kotası belirlendi. Kotasından daha fazla kullanana su, daha pahalıya satıldı. Bu, halkı zorunlu su tasarrufuna yöneltti.

Suyu ileten boruların yapılması ve denetimi özel şirketlere devredildi. Kaçaklar en üst seviyede önlenmiş oldu. Su İşleri Müdürlüğünün elemanları ev ev dolaşıp musluklara, duş başlıklarına ücretsiz bir cihaz takmaya başladılar. Bu cihaz suyu havayla karıştırıp tazyikli bir hale getiriyor ve üçte bir su tasarrufu sağlıyordu.

İstatistikler tutulmaya başlandı. Evlerde ve ortak alanlarda kullanılan suyun saatleri ayrıldı. Takip edilen istatistiklere göre, suda beklenilenden daha fazla bir harcama görüldüğünde, ev sahipleri depolarında çatlak vs. olabileceği hakkında uyarıldı.

Çiftçilerin kullandığı suya önemli oranda kısıtlama getirildi. Bu da çiftçileri suyu daha tasarruflu kullanmaya yöneltti. Vahşi sulama neredeyse tüm ülkede terk edildi. Damlama teknolojisi daha da gelişti ve zaten bu tekniğin mucidi ve dünyadaki lideri olan İsrael, tekniklerini daha da geliştirerek önemli bir ihracat imkânı yakaladı.  

Bütün bu önlemler sayesinde ciddi bir gelişme sağlandı ve su tüketiminde % 18lik bir tasarruf oranı yakalandı…

Ama bu sorunu çözmeye yetmiyordu.

En önemli gelişme atık sularda yaşandı. İsrael atık suları,  hatta evsel atık suları arıtarak tekrar kullanmada % 85 gibi bir oran yakaladı ve bu konuda açık ara dünya lideri oldu. Tarımda kullanılan suyun % 55i bu yoldan sağlandı.

Ama bu da sorunu çözmeye yetmedi.

Sonunda İsrael deniz suyundan tatlı su elde edecek tesisler kurmaya karar verdi. Büyük yatırım gerekiyordu. Üstelik suyun maliyeti de bir hayli pahalıydı. Yetmezmiş gibi bir de çok büyük enerji lazımdı ve bu bir yandan da karbon salınımını arttıracağından hayli önemli bir çevre problemi oluşturuyordu. Fakat ne çare, susuz bir hayat yok ki…

·      Kollar sıvandı ve iş başı yapıldı. Çalışıldı, çok çalışıldı. Neticede bu güne gelindiğinde elde edilen sonuç çok muhteşem oldu. Dünyanın en büyük reverse osmosis-ters osmos” tuzdan arındırma tesisleri kuruldu.  Hadera, Palmahim, Ashkelon, ve Sorek tesislerinde yılda 600 milyon metre küp tatlı su üretilmekte. Hedef 2020 yılında 750 milyon metre küp. Sorek tesisleri, saatte 26 bin metre küp tatlı suyu sisteme pompalıyor.

Yeni teknikler de geliştirildi ve elde edilen suyun maliyeti 0.40 doların altına düşürüldü. Bu katlanılabilir bir maliyetti. Diğer yandan elde edilen bu teknikler ihracat şansı yarattı. Şimdilerde bir İsrael firması Kaliforniya’da 1 milyar dolarlık tuzdan arındırma tesisi kurmakta…

Ve en önemlisi, artık İsrael’in su sorunu kalmadı. David Goliat’ı yere serdi. İsrael en büyük düşmanını yendi… Kol hakavod  İsrael…   (Aferin İsrael)

Bir yıldan kısa bir süre evvel yeni bir proje hayata geçirildi. Deniz seviyesinden 300 metre aşağıda bulunan Tuz Gölü (ya da Ölü Deniz) susuzluktan dolayı kuruyarak ölmekte. Kızıldeniz’den, 180 km.lik altı boru hattı ile deniz suyu, Ölü Deniz’e akıtılacak. Böylece Ölü Deniz yeniden hayata dönecek. Üstelik bu deniz suyu, akışı sırasında elektrik türbinlerini çalıştıracak ve elde edilen enerji ile tatlı su elde etmekte kullanılacak. Yani derenin taşı ile derenin kuşu vurulacak.  Elde edilecek suyu İsrael Filistin ve Ürdün ile paylaşacak. Bunun elbette İsrael’in en büyük ümitlerinden biri olan barışa fayda sağlaması düşünülmekte… Bu projenin maliyeti bir milyar dolar civarında ve dünya bankası, ABD ve bazı Avrupa ülkeleri tarafından finanse edilmekte…

Bu arada İsrael’li bir start-up firmasının havadaki su buharından temiz su elde etmeyi başardığını bildireyim. Bu çoktan beri bilinen bir şeydi. Buradaki yenilik suyun çok çok temiz ve kaliteli oluşunun yanı sıra gayet az bir enerji ile çalışabilmesi.  Hatta bu enerji küçük bir güneş enerjisi panelinden sağlanabiliyor. Bu su bataryalarının afet bölgelerinde ne kadar faydalı olabileceğini düşünebiliyor musunuz?  Nitekim birkaç hafta evvel meydana gelen Arnavutluk depremine İsrael, önce inanılmaz sahra hastaneleri (ve elbette enkaz çalışmalarına yardımcı olacak ekipler) ile yardıma koştu ve bu su bataryaları ile halka temiz su sağladı…

Eylül 2017 de İsrael Watec Uluslararası su teknolojileri ve çevre kontrolü fuarında 10 binden fazla ziyaretçiyi ağıladı. 160’a yakın firma ürünlerini sergiledi. Bu fuar neden İsrael’de derseniz, dünyanın en büyük “ters osmosis” suyu tuzdan arındırma tesisi İsrael’de, en gelişmiş sulama (damlama)  sistemi İsrael’de, atık suyu geri kazanmada ( % 85)  dünya lideri İsrael, ulusal su yönetim sistemi en gelişmiş ülke İsrael...

Bir dostumun katkılarıyla (Avi Beto) aşağıdaki bölümü ilave etmeden yapamadım. 


1994 yılında İsrael-Türkiye ilişkilerinde sıcak günler yaşanırken zamanın İsrael dış işleri bakanı Şimon Peres  Türkiye'yi ziyaret eder. TC Cumhur Başkanı Süleyman Demirel ve başbakan Tansu çiller  Manavgat şelalesini ziyaret ederler. Peres:

-Bu sular nereye akıyor?
-Denize
-Yani balıklara
-Evet
-Balıklar para veriyor mu?
-Hayır.
-Peki, biz bu suyu satın alalım.
-Nasıl taşınacak?
-Biz hallederiz.
-Komşu Arap ülkeleri de kurak
-Onlara da veririz.

Yahudi kafası çalışıyor. Sistem bulunuyor. Çok büyük su depoları (dev balonlar) imal edilecek, bunlar tatlı suyla doldurulunca deniz suyundan hafif olduğu için denizde batmayacak. Sabit nakil hatları imal edilinceye kadar römorklarla İsrael'e çekilecek.

Suya karşılık Türkiye’nin tank, uçak ve helikopterleri İsrael'de yenilenecek.


Anlaşma imzalanıyor. (6 Nisan 2006) Türk Muhalefeti CHP, her zamanki gibi itiraz ediyor ve kıyamet kopuyor, proje iptal ediliyor. İyi ki de öyle oluyor, kötü mal sahibi insani ev sahibi yapar.


Bu proje hayata geçseydi Erdoğan ilk fırsatta musluğu kapamaz mıydı?

Bilim adamları, dünyanın tatlı su kaynaklarının, değişen iklim koşulları ve kirlenen doğa yüzünden azaldığını bildirmekteler. İsrael teknolojileri sayesinde artık çocuklarımız için bu konuda endişe etmemize gerek kalmadı.

İsraeloğulları; bir gün insanlık sana dünyayı daha yaşanır bir hale getirdiğin için umarım teşekkür edecektir. Allah’tan ümit kesilmez ama benim bunu görmem zannederim çok zor, fakat çocuklarımın veya torunlarımın bu gururu yaşayacağından çok ümitliyim.

Esen kalın.

Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça : İsrael Su Teknolojisinin Gelişimi – Krizden Liderliğe…
Denizin Yardımıyla İsrail Eski Bir Düşmanı Yendi: Kuraklık – New York Times
DERGİSİ 
- Dünyada tatlı su kaynakları tükeniyor mu?  Tim Smedley BBC Future

Su ve İsrail – Londra Gazete
Kızıldeniz’i Ölü denize bağlayacak anlaşma ihaleye çıktı – Dünya Haber Bülteni

http://www.mfa.gov.tr/bn_3---6-nisan-2006_-manavgat...
https://books.google.co.il/books?id=F9EtAQAAIAAJ...






7 Aralık 2019 Cumartesi

NE ŞAM’IN ŞEKERİ, NE ARAB’IN YÜZÜ (MÜ)?







TEL AVİV - 1909



Kiracılar çok mutluydular. Esasen varlıklı insanlardı bu mahallede yaşayanlar. Komşuları her ne kadar başka kültürlerden olsa da birlikte yaşamakta hiçbir problem yaşanmıyordu. Uzun uzun yıllar hayat bu güzelliklerle akıp gitti. Taa ki bir gün mahalledeki binaların sahibi evleninceye kadar. Yeni gelin bu kiracıları artık evinde istemiyordu. “Ya gidin, ya da biat edin” diyordu.

Kimi yalancıktan yeni gelinin suyuna gitti, yalancıktan biat eder gibi yaptı, kimi kaçtı, kimi inat etti, ben dönmem dedi ve sonu kötü oldu, sizin anlayacağınız mahallede huzur kaçtı. Mekân değiştirmek gerekiyordu. Artık burada peynir kalmamıştı.

( Sevgili okur; peynir teşbihinin tam olarak ne anlama geldiğini öğrenmek istiyorsanız ve eğer okumadıysanız bu çok önemli yazıyı –hatta kitabı- okumanızı öneririm. Peynirimi kim kaptı… -  http://ankarali-2001.blogspot.com/2018/01/peynirimi-kim-kapti.html )

Çok zorlu geçen bir süreç sonunda yeni bir ev sahibi buldular. Hatta bu yeni patron onları davet etmekle kalmadı bizzat gelmeleri için vasıta bile gönderdi. Yavaş yavaş evsiz ve açıkta kalanlar minnetle bu yeni patronun evlerinin bulunduğu mahalleye taşınmaya başladılar.

Yeni patron çok memnundu bu yeni kiracılarından. Bu insanlar kiralarını zamanında ve eksiksiz ödüyorlardı. Evlere de çok çok iyi bakıyorlardı. Koruyorlar, asla zarar vermiyorlardı. Bütün mahalle ile iyi geçiniyorlar, kavgalara karışmıyorlar, hiç suç işlemiyorlar, hatta mal sahibi için dualar bile ediyorlardı. Ayrıca bilgili okumuş kişilerdi ve yeni mahallelerine yıllarca biriktirdikleri o gün için çok kıymetli olan kültürleriyle, yeniliklerle, zenginlikleriyle gelmişlerdi. Mahalle kalkınıyor,  yeni kiracıların etkisiyle yeni parklar ve binalar inşa ediliyordu. Mahalle büyüyor güçleniyordu.  Kiracılar da memnundu,  peyniri yeniden bulmuşlardı.

Yeni mahallenin suyu ayrı, havası ayrı güzeldi. Denizleri, ormanları, dağları, vadileri, bereketli toprakları ile bu mahalle o kadar güzeldi ki insanın inanası gelmiyordu. Hele buranın yemekleri belki de dünyanın en iyisiydi. Kiracıların çok uzaklardan getirdikleri yemek kültürleri yeni komşularınınkilerle birleşmiş ve müthiş lezzetler ortaya çıkmıştı.

Komşularla hiçbir tartışmaya girmeyen, etliye sütlüye karışmayan, mal sahibinin kurallarına tam olarak uyan kiracılar yıllarca mutlu bir şekilde yaşadılar. Taa ki bir gün mal sahibi ölünceye kadar. Mahallenin yönetimi artık mirasçılardaydı…

Mirasçılar başlangıçta çok güzel şeyler söylemeye başladılar. Artık mahallede eski yeni ayrılmayacak her kes eşit olacaktı. Ne güzel… Ama öyle olmadı.

Önce mahallenin kuzey batısında, Trakya denilen bir yerde  kavga çıktı. Uzun yıllar hiçbir münakaşaya dahi karışmayan kiracılar evlerini bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Sonra birden yeni mirasçı mal sahipleri mahallenin erkeklerini zoraki göreve aldı. Neymiş efendim, yeni yollar yapılacakmış. Bu görevden tam dönmüşlerdi ki çok daha kötü bir şey oldu. Mahalleyi güzelleştirme derneği kiracılardan zorla paralarını almaya başladı. Vergi gerekliymiş.  Vermek istemeyenleri de uzaklarda bir yere sürgüne gönderdiler. Kimileri geri gelemedi, orada öldü… Bir de tuhaf bir olay oldu, birden uzak semtlerden gelen bir sürü çapulcu yağmaya ve tecavüze başladı. Olaylar iki gün sürdü. Sonra her şey duruldu. Uzun sayılacak bir müddet kiracıları kimse rahatsız etmedi. Ama onlara hala bu kadar yıldan sonra kiracı ya da misafir muamelesi yapmaya devam ettiler. Kiracılarda bu mahallede kiracı ve misafir” olduklarını anlamışlardı ve bunu hiç akıllarından çıkarmadılar.  

Bütün bu olaylar olurken uzaklarda çok sıcak ve tamamı çöl olan bir yerde yeni bir mahalle kurulmaya başlanmıştı. Kimileri artık peynirin orada olduğunu düşünüp oralara göç ediyordu. Bütün güzellikleri bırakıp bu yeni mahalleye gidenler çok mutluydular çünkü bu yeni mahallenin yöneticileri görülmemiş bir şekilde kiracıları mal sahibi yapıyordu. Evet,  kiracılar çok zor şartlarda yaşıyorlardı ama yüzyıllardan beri ilk defa artık ne kiracı ne de misafir muamelesi görüyorlardı. Buranın peyniri de çok az ve kuruydu, hem de biraz kokuyordu, ama artık mal sahibinin kahrını çekmiyorlardı, artık kendileri mal sahibiydiler… Her şeye razıydılar ve daha çok peynir bulmak, mahalleyi güzelleştirmek için çok çalışıyorlardı.  Tabi bu hiç de kolay olmadı, “bu evler bizim” diyen çapulcularla bir sürü kavgalar yaşadılar.

Bu arada eski mahallelerinde uzunca bir süre süren sessizlik ve huzur devam etmekteydi. Taa ki mirasçılar yaşlanıp yeni genç nesil binaların yönetimini ele alıncaya kadar… Yeni kurulan mahalle ile atışmaya giren genç nesil apartman yöneticileri hala eski evlerinde yaşamakta olan kiracıları çok tedirgin etmeye başlamışlardı. Komşular da eskisi gibi değildi. Düşmanlık yapıyorlar ve kiracıları rahatsız ediyorlardı. Sizin anlayacağınız mahallede huzur kaçmıştı. Kimi kiracılar artık “burada da peynir bitti, gidip yeni mahallede peyniri aramak lazım” diye düşünmekteydiler ve hatta çoğu düşündüğünü gerçekleştirip gitmişti bile…

Yeni mahallede mal sahibi olan eski kiracılar elbette ki o eski evlerini, güzellikleri zaman zaman özlüyorlardı. Unutmak ne mümkün, ne kadar güzel yıllardı. Yaşadıkları yıllar için de minnet duyguları beslemekteydiler ama huzur ve gelecek kiracılar için bitmişti.  

Bu arada çalışkan insanlar yeni kurdukları mahallelerini zenginleştirmişler ve çok güzel bir yer haline getirmişlerdi. İnsanlar çok çalışıyorlar ve mahallelerindeki çöllerde tarım yapıyorlar, denizlerden doğal gaz çıkartılıyorlardı.   Üstelik dünyadaki tüm icatların % 8’i burada keşfediliyor ve en gelişmiş mahalleler sıralamasında 8’nci sıraya yerleşiyorlardı.








Yeni mahalledeki eski kiracılara sorulduğunda “elbette ki eski evlerimizi çok özlüyoruz, çok ama çok güzel bir mahalleydi, müthiş yemekler vardı, yıllarca o mahallede huzur içinde yaşadık ama anlaşılan o ki bizim için peynir orada bitti, bunu kabul etmek lazım.”  diyorlardı.  
SENE 1914 –YALNIZ İSTANBUL'DA YAŞAYAN YAHUDİLERİN SAYISI   72.962 – TÜM ÜLKEDE 127.000 DEN FAZLA… FAZLA SÖZE GEREK YOK…

Esen kalın…

Aaron Baruch (Ankaralı)


29 Kasım 2019 Cuma

GERİ GELECEĞİM…








Tozlu toprak yollarda uzun saatler yol aldılar. Nihayet ot ve dallardan yapılmış ilkel 30 40 kadar bungalovdan oluşan bir köye geldiler. Bu o gün gitmeyi planladıkları 6 köyden birincisiydi. Afrika’nın neredeyse her yerinde olduğu gibi siyah derili kıvırcık saçlı büyük dudaklı insanların yaşadığı bir köydü burası. İnsanlar o kadar mutsuz ve bitkindiler ki arazi araçlarıyla köylerine gelen yabancılara ilgi bile göstermediler. Ekibin köye ulaştığı şubat ayında 37 kişi açlıktan ölmüştü. Köylüler hayatta kalmak için yaprak ya da fareleri yiyorlar, ineklerin kanını içiyorlardı.  Burası Uganda’nın KARAMOJA köyüydü ve gelen ekibin başında bir beyaz kadın vardı, İsrael’li SİVAN YA’ARİ… Gördüklerinden derinden etkilenen Sivan oradan  ayrılırken köylülere “geri geleceğim” dedi.




Problemin baş sorumlusu enerjiydi.

Enerji olmadığı için yer altında mevcut olan su pompalanamıyordu. Su olmayınca tarım da yapılamıyordu. İnsanlar aç kalıyorlardı.

Suyu taşımak için kilometrelerce uzaklara giden çocuklar eğitim alamıyorlardı. Geceleri köy karanlıkta olduğu için eğitim geceleyin de yapılamıyordu. Eğitim olmayınca hiçbir şey olmuyordu.

Bin bir meşakkatle köye getirilen su pis ve sağlıksızdı. Bu suyu içen insanlar, özellikle çocuklar hastalanıyor ve ölüyorlardı. Çocuklar aşılanamıyordu. Çünkü köyde aşıların saklanabileceği bir buzdolabını çalıştıracak enerji yoktu…

Sağlık hizmetleri enerji olmadığı için dibe vurmuştu. Doktor, hastane, ilaç gibi insanlara yardım edebilecek hiçbir şey enerji olmadığı için yoktu. Esasında dibe vuran insanlıktı.

Oysa Afrika’da çok büyük bir enerji kaynağı vardı. GÜNEŞ… Güneş enerjisi nasıl elektriğe dönüşebilir?  İsrael solar teknolojisinin neredeyse kurulduğundan beri kullanıyor. Ülkenin neresine gitseniz evlerin çatılarında güneş panellerini görürsünüz. Çok daha büyüğü de yapıldı. Negev çölünde dev güneş enerjisi santralleri kuruldu. (Ashalim termo-güneş enerjisi santrali)





Sivan Ya’ari New York merkezli kâr amacı gütmeyen bir kuruluş olan Innovation Africa’nın kurucusu ve CEO’sudur. Kuruluşun amacı İsrael’in su ve güneş enerjisi teknolojilerini Afrika köylerine taşımaktır. Bu kuruluşun ve özellikle Sivan’ın inanılmaz öyküsünü okuduğum zaman kendi kendime “bu insansa ben neyim” diye sordum. Kadın sanki Yaradan’ın elçisiydi.



Sivan ilk defa Afrika’nın uçsuz bucaksız savanlarında köylere gittiği zaman gördüğü manzaradan çok etkilenir. İsrael’de yaygın olan güneş enerjisi teknolojisini Afrika’nın köylerine taşımayı düşünür ve kolları sıvayarak  Innovation Africa’yı kurar. Afrika’nın göbeğinde köylere güneş panellerini taşır. Okullar ve hastaneler aydınlanmaya başlar ve sonra bakın o Afrika köylerinde neler oldu:

Önde bir arazi arabası gidiyordu. Arkadan üzerinde oldukça büyük bir su deposu olan bir kamyon geliyordu. Su deposu plastikten yapılmış 4-5 tonluk yuvarlak bir depoydu. En arkada büyük bir kamyon vardı. Bu bir delgi yapabilen bir sondaj kamyonuydu. Ekip, toprak yolda tozu dumana katarak ilerliyordu. Hava sıcak, çok sıcaktı. Afrika’nın ortasında neredeyse çöl denecek kadar kurak çok zor bir yerdeydiler. Sivan Ya’ari sözünü tutmuş, Karamoja köyüne geri dönüyordu.

Köye geldiklerinde simsiyah Afrikalı çocuklar yarı çıplak arabaların etrafını sardılar. Büyükler, daha geriden gelenleri izliyordu. Önce depoyu yere indirdiler. Yuvarlayarak bir küçük yapının yanına getirdiler. Epey uğraşıp depoyu o yapının üzerine çıkarttılar.

Bu arada delgi kamyonu yakın bir yere park edip çalışmalara başlamıştı. Hazır olduklarında toprağı delmeye başladılar. Bir artezyen kuyusu açmaya çalışıyorlardı. Çok beklemeleri gerekmedi. Suyu buldular. Yanlarında getirdikleri pompayı taktılar. Sonra güneş panelleri monte edildi. Tesisatlar yapıldı ve çalıştırıldı. Musluktan gürül gürül temiz su akıyordu. Bütün köy özellikle çocuklar çıldırdılar. Dansa başladılar. O muhteşem Afrika danslarına.

Sonra ne oldu biliyor musunuz? Çocuklar daha az hastalandı. Okullar daha çok eğitim vermeye başladı. İsrael’in meşhur damlama teknolojisi ile tarlalar daha az su ile daha çok ürün vermeye başladı. İnsanların artık daha çok yiyeceği vardı. Üstelik fazlasını satmaya ve diğer ihtiyaçlarını gidermeye başladılar. Sivan Ya’ari’nin elinin dokunduğu yerlerde bir mucize gelişti.

Sivan Ya’ari ve İnnovation Africa 7 Afrika ülkesinde 104 köyün temiz suya ve elektriğe kavuşmasını sağlamıştır. 1 milyondan fazla hayatı etkilemiştir.

Sivan İsrael’de doğdu. Fransa’da büyüdü. Page Üniversitesinden Finans bölümünden mezun oldu. Daha sonra Colombia Üniversitesinde Enerji Yönetimi konusunda yüksek lisans yaptı. Daha 20 yaşındayken yenilenebilir enerji konusunda Afrika’da bir fırsat olduğunu tespit etti. 20 yılı aşkın bir süredir Afrika’da çalışmakta. Afrika ile ilgili olarak geniş bilgi, deneyim, anlayış ve sevgiye sahiptir. Forbes İsrael onu, en etkili 50 kadından birisi seçmiştir. Kendisi İsrael’de tanınmış bir iş kadınıdır ve çok sayıda işletmeye sahiptir. Ülke çapında 140 kadını istihdam etmektedir.

Ne kadar anlatsam boş. Herbiri 1 ya da 2 dakika tutan bu VDO’ları izlemelisiniz. İnanılmaz görüntüler var… Bakın Sivan İnsanlığın ve İsrael’in bayrağını nerelere taşımış…


İlginizi çekerse İnternetten Innovation Africa’yı daha çok araştırın. Bakın neler bulacaksınız.
Sonra belki benim sorduğum gibi kendinize sorarsınız; “bu kadın insansa ben neyim, neye yararım?”

Esen kalın.
Aaron Baruch (Ankaralı)



Sivan Ya’ari’nin Tel Aviv üniversitesindeki konuşması:


Ashalim termo-enerji santrali :


16 Kasım 2019 Cumartesi

SIĞINAKLARDA…








İsrael Savunma Kuvvetleri (IDF) Gazze’deki İslami Cihat Örgütünün kıdemli komutanı Baha Abu el Ata’yı Gazze’deki evinde, yatak odasının penceresinden soktuğu bir füze ile cezalandırdı. Teröristin karısı da aynı saldırıda öldü. Üst katta bulunan oğlu ise yaralı kurtuldu. Bu terörist, son aylarda İsrael’e yapılan sayısız roketli saldırının sorumlusu, İslami Cihat örgütünün emir komuta dinlemez yaramaz çocuğu idi. Bir başka terörist olan Rasmi Abu Malhous ve ailesinden 8 kişi, aynı gün (12 Kasım 2019 – Salı)  nokta atışı ile yok edildi. 

Başbakan BİBİ “İsrael olayların büyümesini istemiyor, ancak İsrael, vatandaşlarını korumak için her müdahaleyi yapacak ve terör örgütlerinin saldırılarına müsamaha etmeyecektir” dedi.

İsrael, Hamas’a olaylara karışmamasını, aksi takdirde tepkinin çok büyük olacağını bildirdi. Hamas da uyarıyı dinledi ve şu ana kadar sadece laf üretti ve hiçbir saldırıya katılmadı. 

İslami Cihat ise tepki olarak Perşembe sabahı Mısır’ın yardımıyla ilan edilen ateşkese kadar İsrael’e 450 roket gönderdi. Bu sabah hala ateşkese rağmen (16 Kasım)  Beer Sheva ve bazı güneydeki yerleşim birimleri saldırı altında idi. Roketler tamamen sivil yerleşim hedeflerine gönderildi. Atılan roketlerin yarısının meskûn yerlere düşme ihtimali olduğu için KİPAT BARZEL savunma sistemi tarafından % 90 oranında bir başarı ile havada yok edildi.

Çatışmaların başladığı gün Tel Aviv’e de roketler geldi. KİPAT BARZEL tehlikeyi önledi ve bu roketleri havada avladı. Fakat her hangi bir riske karşı Tel Aviv ve güneyinde kalan bölgelerde okullar tatil edildi, işyerleri kapandı, trenler iptal edildi. IDF Gazze çevresindeki 80 km.lik alanda olağan üstü hal ilan etti. Sığınaklar açıldı, bu bölgedeki binaların sığınaklarında bulunan pencerelerdeki demir zırhlar kapatıldı.

Israel Hava Kuvvetlerinin (IAF) nokta atışları ile özellikle uzak menzile atış yapabilen elit füze rampalarını vurarak İslami Cihat’ın merkeze yapacağı saldırıları engelledi.

Saldırılarda toplam 58 İsrael’li ne yazık ki yaralandı. Bunlardan çoğu sığınaklara koşma sırasında düşerek veya heyecandan yaralandılar. 9 yaşında bir kız çocuğu koşarken büyük sağlık problemi yaşadı. 4 dakikada yetişen motosikletli paramedik (acil tıp teknikeri) kızın hayatını kurtardı. Yaşlılara ve diğer insanlara sığınaklarda psikolojik yardımlar yapıldı, beraber şarkılar söylendi… Ne yazık ki KİPAT BARZEL’in ıskaladığı roketlerden birisi Ashkelon’da bir yatak fabrikasına düşerek yanmasına sebep oldu. New York’taki İsrael Başkonsolosluğu yaptığı açıklamaya göre maalesef güney İsrael’deki 3 ev direk isabet aldı. Evdekiler sığınakta oldukları için saldırıdan yara almadan kurtuldular. Hastanelerde hastalar ve çocuklar sığınaklara indirildiler.

Saldırıların İsrael’e verdiği zarar bu kadarla kalmadı. Çatışma İsrael’e yaklaşık 315 milyon dolara mal oldu. Bu buz dağının görünen kısmı. Eğitimin geri kalması, iş yerlerinin kapanması kaça mal oldu bilinemez elbette. Esas önemli olan ne yazık ki barışa vurulan bir darbe daha olması… Güney İsrael’in çoluk çocuk yaşlı hasta demeden bu haftayı sığınaklarda geçirmesinin bedelini ise hiç kimse ödeyemez…

IDF’in KARA KUŞAK adını verdiği savunma operasyonları sadece teröristlere ve roket rampalarına yapılan noktasal atışlarla sınırlı kaldı.  Bu saldırılarda birçoğunun İslami Cihat ve diğer Gazze terör guruplarına mensup olduğu bildirilen 34 Gazzeli Arap öldü ve BBC’nin bildirdiğine göre 111’i de yaralandı.

İsrael’in yaşadıklarını anlatmak ne yazık ki yazarak çizerek yeteri kadar izah edilemez. Hiç kimse uzaktan bunları okuyarak, yazılı görsel basını takip ederek neler yaşadığımızı, neler hissettiğimizi bilemez, hatta tahmin bile edemez.

İsraeli anlamak için İsrael’de yaşamak lazım. Alarm çaldığında hele bir sığınağa koşun da ondan sonra konuşalım. Hele bir de çocuklarınız, torunlarınız yanınızda değilse bakalım neler hissedeceksiniz?

Hastaları, yürüyemeyecek durumda olanların sığınaklara nasıl gittiklerini düşünün. Alarma arabada yakalanan o gencecik anne adaylarının arabalarından inerek yere nasıl yattıklarını, başlarını ve doğmamış bebeklerini nasıl koruduklarını düşünün.

Küçücük çocukların sığınakların merdivenlerinde nasıl uyuduklarının resimlerini gördünüz mü? Hastanelerde sığınaklara indirilen hastaların, o yeni doğan bebeklerin resimlerini gördünüz mü?

Bu dünyada İsrael gibi bunları yaşayarak dünyanın en mutlu on ülkesinden birisi olmasını nasıl yorumlarsınız? YOKTUR İSRAEL GİBİSİ, YOKTUR İSRAEL HALKI GİBİSİ…

Bütün bu olanları sesini çıkartmadan izleyen dünyaya da lanet olsun.

Daha iyi günlere BEEZRAT AŞEM… SHABBAT SHALOM…
Aaron Baruch   (Ankaralı)

8 Kasım 2019 Cuma

ATALARIMIN MİRASI…










Yahudiler 1948 yılında İsrail kuruluncaya değin, topraksız, vatansız bir millet olarak düşünülür. Oysa öyle değildir. Yeryüzünün ilk toprak sahipleri İsrail oğullarıdır ve her Yahudi’nin bu mirasta hakkı vardır. Bunun delilleri vardır, belgeleri vardır, tanıkları vardır.  Mesele bu davaya bakacak mahkemeyi bulmakta… 

“Abraham’ın karısı Sara yüz yirmi yedi yıl yaşadı. Ömrü bu kadardı. Kenan ülkesinde bugün Hebron (el-Halil) denilen Kiryat Arba’da öldü. Abraham yas tutmak ve ağlamak için Sara’nın yanına geldi. Sonra ayağa kalkıp Hititliler’e seslendi:
-Ben aranızda konuk ve yabancıyım. Bana mezar yapabileceğim bir toprak satın. Ölümü kaldırıp gömebileyim.
Hititliler cevap verdi:
-Efendim, bizi dinle. Sen aramızda güçlü bir beysin. Ölünü mezarlarımızdan en iyisine göm. Ölünü gömmen için hiç kimse senden mezarını esirgemez.
Abraham Hititliler’e bir kez daha seslendi:
-Eğer ölümü gömmemi istiyorsanız, benim için Sohar oğlu Efron’a ricada bulunun. Tarlasının dibindeki MACHPELAH MAĞRASINI (ATABABALAR MAĞRASI) bana satsın. Fiyatı neyse huzurunuzda eksiksiz ödeyip orayı mezarlık yapacağım.
Tarlanın sahibi Hititli Efron halkının arasında oturmaktaydı. Abraham’ın sözlerini duydu ve kent kapısında toplanan herkesin duyacağı biçimde karşılık verdi:
-Efendim, beni dinle, mağarayla birlikte tarlayı da sana veriyorum. Halkımın huzurunda onu sana veriyorum. Ölünü göm.
Efron, Hititliler’in önünde sözünü ettiği dört yüz şekel gümüşü tüccarların ağırlık ölçülerine göre tarttı ve satışı yaptı. Böylece Machpelah tarlası, çevresindeki bütün ağaçlar ve mağara Abraham’ın mülkü kabul edildi. Abraham öldükten sonra sahip olduğu her şeyi oğlu İsaac’a bıraktı.”
(Book of Genesis-Bölüm 23)

Machpelah mağarasında Abraham ve eşi Sara’nın mezarlarının yanı sıra oğlu İsaac ve eşi Rebbaca’nın da ikiz mezarları ve iç avlunun karşı tarafında Abraham’ın torunu Jacop ve Eşi Leah’ın ikiz mezarları  da bulunmaktadır.

Kutsal Kitap Tanah bütün bunları teyit etmektedir. Böyle yazılıdır ve bu yazılı bir belgedir. Çok önemli tarihçi Paul Johnson Yahudi Tarihi isimli kitabında olayı şöyle yorumlar:

 “Machpelah Yahudilerin sahip oldukları ilk topraktır. Yaradılış Kitabının (Book of Genesis) 23 üncü bölümünde Abraham’ın ölen eşi Sara için ve daha sonra kendisinin gömülmesi için Machpelah mağarasını nasıl satın aldığı anlatılmaktadır. Bu bölüm İncil’de de aynen geçer. Hatta İncil’de anlatılan olayların belki de en gerçek olanıdır. Zira tanıkları vardır ve otantik ayrıntıları ile sözlü olarak da teyit edilmiştir. Satın alma töreni en ince teferruatına kadar anlatılmıştır. Bu sadece bir mülkiyet devri değil aynı zamanda bir statü değişikliğidir.” 

Machpelah’ın bulunduğu Hebron ya de el-Halil kenti bugünkü Filistin ya da Batı Şeria olarak adlandırılan bölgededir. Kudüs’ün 35 km güney doğusunda Lut gölünün (Ölü Deniz) batısındadır. Denizden yüksekliği 940 metredir. Dağlıktır.

Şehri M.Ö.3500 yıllarında Kenaniler kurmuştur. Kenaniler burayı Karyetu Erba olarak adlandırıyorlardı. Şehrin Yahudi bölgesine de bugün Kiryat Arba denmektedir.

MÖ. 11 nci yüzyılda Yahudi Kralı David Ameleh  (Hz.Davut)  buraları ele geçirir. Oğlu Şlomo Ameleh’de (Hz.Süleyman) burada krallık yapmıştır. Şehir sırası ile Babil, Persler, Büyük İskender ve Roma imparatorluğunun işgaline uğrar. Daha sonraları şehir Müslümanlar ile Haçlılar arasında defalarca el değiştirir. En sonunda 1517 yılında şehir Osmanlı egemenliğine girer.

Osmanlı hâkimiyeti 1918 yılına kadar sürdü. Sonra İngilizler geldi. Ve Yahudiler atalarının topraklarına geri dönmeye başladılar. Kalabalık olmayan Yahudi toplumu 1929 yılında Arapların saldırısına uğradı ve Araplar, 63 Yahudi’yi hunharca katlettiler. Olaydan sonra İngilizler duruma hâkim olamayacaklarını anlayınca 1500 kadar Yahudi’yi tahliye ettiler ve Kudüs’e naklettiler. 1936 yılındaki ikinci bir Arap saldırısında nerede ise tüm Yahudiler yok edilirler.

1948 yılındaki Arap-İsrail savaşından sonra şehir Ürdün’ün kontrolüne geçti.  

1967 senesinin 8 Haziran günü 6 günlük savaş sırasında İsrail oğulları atalarının mirasını, babalarının hakkını geri aldılar. Hebron İsrail kontrolüne geçti. Fakat ne yazık ki şehirde neredeyse bir nesilden beri hiç Yahudi yaşamamaktaydı. 1968 yılında yerleşimciler Hebron’a geri dönmeye başladılar. El-Halil’in doğusunda Kiryat Arba’ya yerleştiler. Bugün Kiryat Arba’nın nüfusu 6 bin civarındadır.  

Eğer bir gün Hebron’a gidersen, ne olur, bir dakika dur ve düşün:

“Bir zamanlar burada olanlar nerede? Kenanlılar, Edomitler, Helenler, Bizanslılar nerede? Memluklular, Haçlılar, Osmanlılar nerede? Hepsi zaman tünelinde kayboldular, buharlaşıp yok oldular. Ama Yahudiler burada,  hala Hebron’da.”

İşte Yahudi azminin gerçek tanıkları 4000 yıldan sonra hala burada. Kanlı ve canlı. Bak ve gör. Bu güne kadar hiçbir ırkın, dünyanın hiçbir köşesine, böyle bir bağlılık gösterdiği görülmemiştir. Keza hiçbir ırkta, bu kadar azimli bir göç dürtüsü ile bulunduğu yerden köklerini söküp, başka yere yeniden dikme cesareti görülmüş şey değildir.

İŞTE ALİYAH RUHU BUDUR VE HER TÜRLÜ SAYGIYI HAK ETMEKTEDİR.  
BU BİR İÇGÜDÜDÜR.
ALİYAH YAPMAK KOLAY DEĞİLDİR, ÇOK ZORDUR,
BELKİ DE YAHUDİ OLMANIN BİR GEREĞİDİR, MECBURİYETİDİR.
ATALARINA BORCUDUR, VARLIĞININ SEBEBİDİR…
ZORDUR YAHUDİ OLMAK, YAHUDİ OLARAK DOĞULUR SORADAN DA OLUNMAZ, OLUNAMAZ.
BİR GÜN, ENİNDE SONUNDA BÜTÜN YAHUDİLER İSRAEL’DE YAŞAMALARI GEREKTİĞİNİ ANLIYACAKLAR VE GELECEKLER. HER SENE BİR EVVELKİ SENEDEN DAHA FAZLA ALİYA OLMAKTADIR. 2019 DA BÜTÜN YILLARDAN DAHA FAZLA ALİYA GERÇEKLEŞİYOR…
.
Şehir bugün Müslüman bölgesi ve Yahudi bölgesi olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Müslüman bölgesine El-Halil, Yahudi bölgesine ise Kiryat Arba deniyor. Şehir İsrail denetimi ve kısmen Filistin denetimi altındadır fakat sık sık olaylar çıkmaktadır.

Machpelah’a gelince, bugün üzerinde bulunan Halilurrahman Camii, sinagog ve camii olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Defalarca sinagog, kilise ve camii olarak değişikliğe uğramıştır. Roma döneminde, Roma tarafından atanmış Yahudi Kral Büyük Herod (73-4) peygamberlerin mezarlarını gizlemek için devasa bir duvar inşa etmiş. Hebron’un Haçlılar tarafından fethinden sonra (1099) bu muhafaza klise haline sokulmuş. Ardından Selahaddin Eyyubi 1187 de şehri tekrar ele geçirdikten sonra yapıyı camiye çevirmişt. İçeride ceviz ağacından oyulmuş bir minber mevcuttur ve İslam dünyasının en eski ahşap minberi olduğu düşünülüyor.

25 Şubat 1994 tarihinde Purim bayramı sırasında Amerikalı - İsraelli bir doktor olan Baruch Goldstein, camide namaz kılmakta olan Müslümanların üzerine otomatik tüfekle ateş açar. 29 kişi ölür, 125 IDF askeri yaralanır. Goldstein linç edilerek öldürülür. Bu hadiseden sonra cami ibadete kapatılır. Daha sonra hem Yahudilerin hem de Müslümanların birlikte ibadetlerini yapabilecekleri şekilde yeniden düzenlenir.












Sevgiyle kalın, hoşça kalın.
Aaron Baruch  (Ankaralı)


Kaynakça :
Book of Genesis
Vikipedia ansiklopedisi