26 Ağustos 2017 Cumartesi

KAYADES


 

 

 
 
Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım…

“Kayades”, Türk Yahudileri’nin kullandığı Judeo Espanyol dlilinde “sus, sessizlik, ya da suskunluk” anlamına gelen bir kelimedir. Türk Yahudiler için ise; “konuşma, karışma, düşük görüntülü yaşa” hayat felsefesini tek kelime ile anlatan sosyolojik bir terimdir.

Türkiye’de yaşayan her Yahudi bunu öğrenerek büyür. Bu ülkede yaşayabilmenin ana kuralı, “susmak, her şeyi ortalıkta konuşmamak, ana dilini kullanmamak, gerçek adını söylememek” olduğu Yahudiler ‘in beyinlerine kazınmıştır.   Bu Türk Yahudilerinin geliştirdiği bir savunma sistemi sanki…

“Kayades” Türk Yahudilerinin öylesine içine işlemiştir ki; yaşadıkları hayat tarzı konusunda kendi aralarında bile yüksek sesle konuşmaya çekinirler. Bu davranış biçimi artık vücutlarının bir parçası gibi olmuştur. Hatta beyinlerindeki bir kıvrım gibi her hareketlerine, her sözlerine, her düşüncelerine hâkimdir. Bu, geniş toplumla ilişkilerindeki “düşük görüntülü yaşam tarzı” Türk Yahudileri için vaz geçilemez olmuştur.  

1927de işlenen Elza Niyego cinayeti Türkiye’deki Yahudilerin “kayedes felsefesi” için bir dönüm noktasıdır. Elza Niyego’nun cenaze törenine katılan 10 bin (bazı kaynaklara göre 25 bin) Yahudi,  kortej ilerledikçe  “adalet istiyoruz”  diye sloganlar atarlar. Bu bir ilktir. İlk defa Türk Yahudileri, adaletsizliği protesto etmekte ve isyanda bulunmaktadırlar.

Bunun bedelini ağır öderler. Derslerini öyle bir alırlar ki bir daha “ev sahibine” karşı böyle bir saygısızlıkta bulun(a)mazlar.

Cenazenin akabinde basında “Yahudilerin saygısızlığını”  ve hatta “gövde gösterisini” eleştiren çok sert yazılar çıkar. Öyle ya, kimdi bu Yahudiler? Onların konuşmaya, protesto etmeye, adalet istemeye ne hakları vardı? Onlar Türklerin 400 sene evvel, İspanya’nın mezaliminden kurtardıkları misafirlerdi. 400 yıl da geçse, 1000 yıl da geçse bu değişmezdi. Onlar Yahudi idiler. Güya Lozan anlaşmasıyla eşit oldukları garanti altına alınmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Anayasası onları eşit vatandaşlar olarak tanımlıyordu. Ne eşiti be? Onlar Yahudi’ydi… Eşit meşit olamazlardı.

Cenazeden sonra zamanın Cumhuriyet savcısı Nazif Bey basına bir açıklama yapar:

“Geçen gün kamu hukukunu ilgilendiren bir cinayet üzerine bazı Yahudiler, kanuna aykırı hareket etmeye başlamışlardır. Sokaklarda adalet istiyoruz diye bağırmaya cüret etmişlerdir. Trafiği durdurmaya kalkmışlardır. Kamu düzenini bozmaya kalkan bu insanları en şiddetli bir şekilde cezalandıracağız.”

Neticede 9 Yahudi tutuklanır. Yahudiler sindirilir. Derslerini almışlardır. Hadleri bildirilmiştir. Bir daha mı, tövbe, bir daha böyle bir protestoya, ya da adalet arayışına asla kalkışmazlar. “Kayades” başlamıştır. O günden sonra haklarında verilen her karara, uygulamaya, ya da kanuna kamusal bir tepki göstermezler. Hükümet mercileri ile iyi geçinmeye çalışırlar.  İşlerini tatlı dil ve rica ile çözmeye uğraşırlar. Bu, neredeyse gelenekleşir.  Birkaç istisna dışında siyasete de karışmazlar, fikir beyan etmezler. Hatta bunu esprili bir şekilde “no mos karişiyamoz en los meseles del hükümet”, yani “biz hükümet meselelerine karışmayız” şeklinde ifade ederler.

1934de Trakya pogromu yaşanır. 10 binden fazla Yahudi yerlerinden, yurtlarından olur. Büyük çoğunluğunun malları, mülkleri yağma edilir. Haftalarca süren olaylara karşı basın sessizliğe bürünür. Her şey olup bittikten sonra nihayet başbakan İsmet İnönü “antisemitizm Türkiye zihniyeti değildir” diye bir açıklama yapar. Bu açıklama travmayı azaltmaktan çoook uzaktadır. Yahudiler, eşit vatandaş olarak kabul edilmediklerini artık bütün çıplaklığı ile anlamışlardır. Tüm kötülükleri bizzat komşuları yapmışlardır. Bu kolay kolay sineye çekilecek bir durum değildi. Ne yazık ki sonradan “malımız mülkümüz gitti, ama olsun bizi Almanlara vermediler ya” diye teşekkür edenler bile oldu. Böylesine kadercilik… İnsan ne diyeceğini şaşırıyor…

Köklerinden ayrılmaya zorlanan, mallarını, mülklerini, en önemlisi yaşadıkları ülkeye olan güvenlerini kaybeden Türk Yahudileri sessizliği seçtiler. Geçmişi, acıları susarak aşmaya çalıştılar. Yeni nesillerden de sakladılar. Zarar görmesinler, isyan etmesinler Türkiye’de yaşamaya devam edebilsinler diye. Sene 1934, daha İsrael devleti ufukta bile yok. Gidecek kaçacak yerleri yok. Nereye gidecekler? Hem konuşmak, anlatmak, isyan etmek neye yarardı ki? Bunları yapan daha da kötüsünü yapmaz mıydı?

Yıllar yılları kovaladı. Türk Yahudileri “yirmi sınıf ihtiyat askerliğini”, “varlık vergisini” yaşadı. “6-7 Eylül olayları” yaşandı. Yahudiler hep sustu. İsyan etmediler, adalet arayamadılar.  

Necmettin Erbakan ile Türkiye’de yeni bir dönem başlamıştı. İsrael’e, Yahudilere giydirdikçe oylar artıyordu. Bu neredeyse Türkiye’de bir siyasi getirim felsefesine dönüştü.

“Kasımpaşa’lı Uzun Adam” Davos’ta Shimon Peres’e “one minute” çıkışını yapmış, dönüşte ülkede kahramanlar gibi karşılanmıştı. Tamam, artık o da İsrael’e, Yahudi’ye giydirmenin, “Kasımpaşa’lı” gibi hareket etmenin oyları arttırdığını öğrenmişti.

Mavi Marmara’yı yaşadık. Olaydan sonra işyerleri basılıp dövülen Yahudiler tanıyorum. “Köpekler ve Yahudiler giremez” pankartları gördük. Basında tık çıkmıyordu.

Türk Yahudileri, artık iktidarın dümen suyundaki Türk Basınının her gün dozu artan antisemit söylemleriyle hatta hakaretleriyle karşı karşıya gelmeye başlamıştı. Sinagoglarımıza “yakılacak mekân” yaftaları asılıyor, önlerinde abuk subuk protestolar yapılıyordu. Her İsrael Türkiye olumsuz gelişmelerinde, Türk Yahudileri hedef alınıyor hatta cemaatin ileri gelenlerinden İsrael politikalarının eleştirilmesi isteniyordu.

Türk Yahudileri tepkilerini sadece birkaç tweet’ten öteye geçiremediler. Ne yapabilirlerdi ki?  Ülkenin bir sürü sözde demokratik toplum kuruluşu ağzını açmıyordu. Basın susturulmuştu… Memlekette olağanüstü hal ilan edilmiş, kanun manun mahkeme şu bu yok. Her şey rafa kalkmış. Uzun Adam   “raconu ben keserim” diyordu.

Artık herkes susuyor. Türkler bile… Yapacak bir şey kalmadı. Varsa yoksa sosyal medyada “hadi zincir yapalım, Türk Bayrağı” filan. Ne işe yarayacaksa? Bazı yazılarımın akabinde Türk arkadaşlarımdan ya da yazımı okuyan Türkler’den şöyle yorumlar alıyorum:

“Siz Yahudiler ‘in gidebileceği bir başka ülkeniz var, biz nereye gidelim?”

Çok acı.

Hepinizi seviyorum. Her şey iyi olacak inşallah…

Bu haftalık da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.

Esen kalın, hoşça kalın.

 

Aaron Baruch   (Ankaralı)

 

Bu yazımda Sayın Işıl Demirel’den alıntılar yaptım. Teşekkürlerimi sunuyorum…

 

 

 

18 Ağustos 2017 Cuma

ELZA NİYEGO CİNAYETİ…


 

 
Çok güzel genç bir Yahudi kızı olan Elza Niyego 17 Ağustos 1927 günü, işinden çıktıktan sonra Bankalar Caddesi’nde Helios elektrik mağazasının önünde bıçaklanarak katledildi. Cinayet sırasında Elza’nın yanında kardeşi Rejin ve kuzini Raşel Behar da vardı. Saldırgan Rejin’i de yaraladı. Raşel, olaydan zarar görmeden kurtuldu.

Cinayeti Hicaz Valisi Ratıp Paşa’nın oğlu ve Abdülhamit’in eski emir subayı Osman Ratıp Bey adında, 42 yaşında evli, çoluk çocuğu olan, hatta torun sahibi bir adam işlemişti. Osman Ratıp Bey ilk bakışta âşık olduğu Elza’ya evlenme teklif etmiş, karşılık görmeyince, onu kaçırmaya kalkışmıştı. Ailenin şikâyeti üzerine tutuklanmış ve bir ay hapis yatmıştı. Salıverildikten sonra Elza'yı tekrar rahatsız etmeye ve ölüm tehditleri savurmaya başlamıştı. Aile ise, kızlarını bu durumdan kurtarmak için onu hemen Yahudi bir gençle nişanladı. Fakat Osman Ratıp Bey, Elza'nın peşini bırakmadığı gibi sonunda güzelim kızı bıçaklayıp öldürdü.

Cinayetin hemen akabinde çevreden toplanan Yahudiler, Osman Ratıp Bey’i tartaklamaya başladılar. Hatta linç etmeye kalktılar. Yetişen polis katili öfkeli kalabalığın elinden aldı. Onu Galatasaray karakoluna götürdüler.

Cinayetin işlendiği yer, Elza'nın evine uzak değildi. Haber eve yıldırım gibi düştü. Talihsiz anne koşarak yerde kanlar içerisinde yatan yavrusunun başına geldi. Adli Tıp olay yerine gelene kadar cesedin üzerine bir örtü örtülmesine izin verilmedi ve o vaziyette 3 saat bekletildi. Bu Yahudi toplumunu son derece öfkelendirdi.

Cinayet Helios elektrik mağazasının tam kapısında işlenmişti. Mağazanın sahibi Rus uyruklu Norbet Laytes olaya şahit olmuştu. Kapıya çıkarak toplanan Türklere “siz adam olmayacaksınız” diye bağırdı.

Bu cinayet, Türkleşmeleri konusunda Yahudilere yapılan baskının yarattığı gerginliğin patlamasına sebep oldu.

Cinayetten sonra Yahudi cemaati akın akın Niyegolar’ın evine taziye ziyaretine gitmeye başladılar. Cemaat, ölen kızın Yahudi, katilin ise Türk olduğunu düşünerek suçlunun çok hafif bir ceza ile kurtulacağını düşünüyordu. Üstelik de Osman Ratıp, önemli bir aileye mensup eski bir subaydı. Öfkeli Yahudiler, eve haber yapmak için gelen gazetecilere “bu ülkede kanun yok, adalet yok” diye bağırmaya başladılar. Mantar patlamış, şişedekiler ortalığa saçılmaya başlamıştı…

Cenaze, ertesi gün kaldırıldı. Cenaze merasimine banka müdürleri, iş adamları, genç kızın arkadaşları cemaatin ileri gelenlerinin tümü ve çok büyük bir kalabalık katıldı. Kortejde bazı kaynaklara göre 10 bin, kimi kaynaklara göre 25 bin kişi vardı. Tabut beyaz bir örtüyle kaplanmıştı. Her tarafı çiçeklerle kaplıydı. Cenazeyi Yahudi gençler omuzlamıştı. Yol boyunca tabutun üzerine çiçekler atılıyordu. Le Journal d’Orient gazetesi Elza Niyego’yu  “katıksız saflığın şehidi”    olarak yorumladı.

Kortej ilerledikçe arabalar sağa sola çekilerek yol veriyorlardı. Ancak bir tramvay yol vermek istemedi. Askerliğini yapmakta olan Avram Korida, resmi kıyafeti ile orada bulunmakta idi. Bir anda tramvaya atlayıp kasaturasını çekti ve vatmanı tehdit etti. Tramvay durdu. Kortejin geçmesini bekledi. Ancak bu ani hareketi, sonradan Avram’ın başına çok işler açacaktı.

Bu arada kortej ilerledikçe, Yahudilerin öfkesi artmaya başladı. Sloganlar atılıyordu. Yahudiler;  “korkak Türkler”  “adalet istiyoruz”  diye bağırıyordu. Tam o sırada oradan geçmekte olan bir araba korteje yol vermedi. Arabada Cumhuriyet Halk Fırkası kâtibi Saffet Bey ve bir arkadaşı vardı. Kendisini gören kalabalık Saffet Bey’i tanıdı. Ona da “adalet istiyoruz” diye bağırmaya başladılar. Araba durmadı. Yavaşça kalabalığın arasından geçip yoluna devam etti. Ancak Saffet Bey en yakın karakola gidip olan biteni öğrenmek istedi. Bunun üzerine polis soruşturma açtı.

 
İlk etapta yetkililer cemaat liderleri ile görüşüp bilgi aldılar. Son derece naziktiler. Ancak cenaze sırasında meydana gelen öfke patlaması basında tepkilere yol açtı. Gazetelerde Yahudilere karşı çok sert yazılar çıkmaya başlamıştı.

Olayların Yahudilerin bir gövde gösterisine dönüşmesi üzerine resmi makamlar, basının da körüklemesiyle harekete geçtiler. Öyle ya kimdi bu Yahudiler? Onların konuşmaya, protesto etmeye, adalet istemeye ne hakları vardı? Onlar Türklerin 400 sene evvel İspanyanın mezaliminden kurtardıkları misafirlerdi. 400 yıl da geçse, 1000 yıl da geçse bu değişmezdi. Onlar Yahudi’ydiler. Güya Lozan anlaşmasıyla eşit oldukları garanti altına alınmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti Anayasası onları eşit vatandaşlar olarak tanımlıyordu. Ne eşiti be? Onlar Yahudi’ydi… Eşit meşit olamazlardı.

Cumhuriyet savcısı Nazif Bey basına bir açıklama yapar:

“Geçen gün kamu hukukunu ilgilendiren bir cinayet üzerine bazı Yahudiler, kanuna aykırı hareket etmeye başlamışlardır. Sokaklarda adalet istiyoruz diye bağırmaya cüret etmişlerdir. Trafiği durdurmaya kalkmışlardır. Kamu düzenini bozmaya kalkan bu insanları en şiddetli bir şekilde cezalandıracağız.”

Tutuklamalar başladı. Manifaturacı Davit Botton, matbaacı Nisim, piyangocu Daniel Karaso, Bon Marché’de çalışan Moiz Samuel ve oğlu mobilyacı Benoit Yenni, diş hekimi Yuda Leon, cemaat kâtibi Rahamim Levi, Helios elektrik mağazası sahibi Norbert Laytes, hırdavatçı İlya Pardo tutuklandı.

Polis hahambaşılığa giderek genel kâtip Samuel Altabef’i de cenaze sırasında yaptığı taşkınlıklar için tutuklamaya kalkıştı. Hahambaşı Hayim Becerano, “bir yanlışlık olmasın” diye uyardı. Polisler kendilerinden emin;  “hayır, hiçbir yanlışlık yok, kendisini gören şahitler var” diye cevap verdiler. İşte bu çok komikti. Samuel Altabef iki aydır Avrupa’daydı…

Yahudilere serbest dolaşım yasağı geldi. O tarihe kadar sadece Rumlara ve Ermenilere uygulanan serbest dolaşım yasağı Yahudiler için de uygulanmaya başladı. Hatta o kadar ileri gidildi ki, yasağın uygulanmaya başladığı anda seyahatte olan Yahudiler uzun zaman evlerine dönemediler. Bu da elbette Lozan anlaşmasına aykırıydı. Ama kim ne yapabilirdi? Onlar ev sahibi, Yahudiler misafirdi. Kim takardı hukuku?

İzmir’de de olaylar çıktı. Karataş’taki hastanede bulunan İbranice yazıt, genç Türk talebeleri tarafından çekiçle yerle bir edildi. Cemaatin üzerinde İbranice yazılar olan bildiriler yırtıldı.

Sonunda bir Yahudi heyeti, İsmet İnönü ve meclis başkanı Kazım Bey’le (Karabekir) görüşme talep etti. Gazeteci Yunus Nadi’nin aracılığı ile Kazım Bey görüşmeyi kabul etti. Paşa Yahudi heyetine “hükümetin birkaç Yahudi’nin bu olaylara karışmasının, bütün cemaate mal edilemeyeceği” görüşünü bildirdi. Olay sakinleşmeye başladı.

Ancak bu görüşmeden hemen sonra Ankara’ya dikilecek bir Atatürk heykeli için, cemaatten 50 bin lira bağış yapılması istendi (!)

Bu arada başka enteresan olay oldu.  İsmet İnönü’nün eski Fransızca hocası Jak Pardo, Paşa’ya tutuklu bulunan 9 Yahudi’nin haksız yere tutuklu bulunduğunu, dolayısıyla olaya müdahale etmesini rica eden bir mektup yazdı. Mektup Paşa’ya ulaşmadan resmi makamlarca “hukuka müdahale” olarak yorumlandı ve 67 yaşındaki Jak Pardo tutuklandı. Daha sonradan mektuptan haberi olan Paşa, Jak Pardo’nun serbest bırakılmasını sağladı.

Sonunda ne mi oldu? Osman Ratıp Bey’in deli olduğuna karar verildi ve ömür boyu bir akıl hastanesine kapatıldı. Orada da, 10 sene sonra, bir başka deli tarafından öldürüldü.

Tutuklu Yahudiler bir süre sonra salıverildiler. Bu nasıl oldu? O sıralarda Türkiye, Avrupalı bankerlerden kredi isteme telaşındaydılar. Avrupalı Yahudi bankerler, tutukluların serbest bırakılmaması halinde kredi talebinin reddedilebileceğini ima ettiler. Bunun üzerine Yahudiler serbest bırakıldılar. Yalnız asker Avram Korida vatmanı yaraladığı gerekçesi ile 35 gün hapis yedi. 33 gündür tutuklu idi. 2 gün daha yatıp çıktı.

1927 yılında yaşanan bu olaylar sırasında Türkiye’de 85 bin civarında Yahudi vardı. 1934 Trakya olayları, peşinden 20 sınıf birden gayrimüslimlerin askere alınması, terhislerinin hemen akabinde varlık vergisi faciası ve en sonunda 6-7 Eylül olayları giderek Yahudiler’in Türkiye’den kaçmasına sebep oldu. Kimi Yahudiler öldü, pek çoğu mallarını mülklerini kaybetti. Ama en önemlisi ülkelerine olan güvenlerini kaybettiler.

AKP iktidarının yönetimi, özellikle eğitim problemleri 2017 Türkiye’sinde Yahudi cemaatinin bir hayli azalmasına sebep oldu. Bu gidişle bu sayının artmayacağı, bilakis daha da düşeceği söylenebilir.  

Bu hafta da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım… Haftaya görüşürüz inşallah.

Sevgiyle kalın, hoşça kalın…

Aaron Baruch  (Ankaralı)

 

NOT : Bu yazımı yazarken Sayın Rıfat N. Bali’nin BİR TÜRKLEŞTİRME SERÜVENİ isimli değerli eserinden faydalandım, alıntılar yaptım.

Ne yazık ki birkaç hafta evvel Türk Yahudi Cemaati’nin pek çok şey borçlu olduğu bu değerli insana,  sosyal medyada hakarete varan eleştiriler yapıldı. Üstelik bu eleştiriler cemaat mensupları tarafından yapıldı. Çok üzüldüm ve hatta çok utandım. Yazıklar olsun.

Rıfat N. Bali, Cumhuriyet Türkiye’sinde Yahudiler‘in başından geçenleri bu güne taşıyan, büyük bir araştırmacı ve yazardır. Pek çok kitabı ve tercümesi bulunmaktadır. Sayın Bali’nin belgelere dayanan gerçek olayları bizlere anlatan eserleri yüzünden her halde rahatsızlık duyan kişiler tarafından yapılan bu tarz saldırıları nefretle kınıyorum…

11 Ağustos 2017 Cuma

ALİYA RUHU – ATALARIMIN MİRASI - HEBRON




Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım…

Yahudiler 1948 yılında İsrael kuruluncaya dek, topraksız, vatansız bir millet olarak düşünülür. Oysa öyle değildir. Yeryüzünün ilk toprak sahipleri İsrael oğullarıdır. Ve her Yahudi’nin bu mirasta hakkı vardır. Bunun delilleri vardır, belgeleri vardır, tanıkları vardır.  Dilim döndüğü, kalemim yettiği kadar size bugünkü durumunu anlatmaya çalışacağım.

“Abraham’ın karısı Sara yüz yirmi yedi yıl yaşadı.  Kenan ülkesinde bugün Hebron (El-Halil) denilen Kiryat Arba’da öldü. Abraham yas tutmak ve ağlamak için Sara’nın yanına geldi. Sonra ayağa kalkıp Hititliler’e seslendi:

-Ben aranızda konuk ve yabancıyım. Bana mezar yapabileceğim bir toprak satın. Ölümü kaldırıp gömebileyim.

Hititliler cevap verdi:

-Efendim, bizi dinle. Sen aramızda güçlü bir beysin. Ölünü mezarlarımızdan en iyisine göm. Ölünü gömmen için hiç kimse senden mezarını esirgemez.

Abraham Hititliler’e bir kez daha seslendi:

-Eğer ölümü gömmemi istiyorsanız, benim için Sohar oğlu Efron’a ricada bulunun. Tarlasının dibindeki MACHPELAH MAĞRASINI (ATABABALAR MAĞRASI) bana satsın. Fiyatı neyse huzurunuzda eksiksiz ödeyip orayı mezarlık yapacağım.

Tarlanın sahibi Hititli Efron halkının arasında oturmaktaydı. Abraham’ın sözlerini duydu ve kent kapısında toplanan herkesin duyacağı biçimde karşılık verdi:

-Efendim, beni dinle, mağarayla birlikte tarlayı da sana veriyorum. Halkımın huzurunda onu sana veriyorum. Ölünü göm.

Efron, Hititliler’in önünde sözünü ettiği dört yüz şekel gümüşü tüccarların ağırlık ölçülerine göre tarttı ve satışı yaptı. Böylece Machpelah tarlası, çevresindeki bütün ağaçlar ve mağara Abraham’ın mülkü kabul edildi. Abraham öldükten sonra sahip olduğu her şeyi oğlu İsaac’a bıraktı.”

(Book of Genesis-Bölüm 23)

Machpelah mağarasında Abraham ve eşi Sara’nın mezarlarının yanı sıra oğlu İsaac ve eşi Rebbaca’nın da ikiz mezarları ve iç avlunun karşı tarafında Abraham’ın torunu Jacop ve Eşi Leah’ın ikiz mezarları da bulunmaktadır...
Kutsal Kitap Tanah   bütün bunları teyit etmektedir. Böyle yazılıdır. Yazılı belgedir.
Çok önemli tarihçi Paul Johnson Yahudi Tarihi isimli kitabında olayı şöyle yorumlar:
 “Machpelah, Yahudiler’in sahip oldukları ilk topraktır. Yaradılış Kitabının (Book of Genesis) 23 üncü bölümünde Abraham’ın ölen eşi Sara  ve daha sonra kendisinin gömülmesi için Machpelah mağarasını nasıl satın aldığı anlatılmaktadır. Bu bölüm İncil’de de aynen geçer. Hatta İncil’de anlatılan olayların belki de en gerçek olanıdır. Zira tanıkları vardır ve otantik ayrıntıları ile sözlü olarak da teyit edilmiştir. Satın alma töreni en ince teferruatına kadar anlatılmıştır. Bu sadece bir mülkiyet devri değil aynı zamanda bir statü değişikliğidir.” 
Machpelah’ın bulunduğu Hebron ya de el-Halil kenti bugün Batı Şeria olarak adlandırılan bölgededir. Yeruşalayimin 35 km güney doğusunda Lut gölünün (Ölü Deniz) batısındadır. Denizden yüksekliği 940 metredir. Dağlıktır.
Şehri M.Ö.3500 yıllarında Kenaniler kurmuştur. Kenaniler buraya,  Karyetu Erba  diyorlardı. Şehrin Yahudi bölgesine de bugün Kiryat Arba denmektedir.
MÖ. 11 nci yüzyılda Yahudi Kralı David Ameleh  (Hz.Davut)  buraları ele geçirir. Oğlu Şlomo Ameleh’de (Hz.Süleyman) burada krallık yapmıştır. Şehir sırası ile Babil, Persler, Büyük İskender ve Roma imparatorluğunun işgaline uğrar. Daha sonraları şehir Müslümanlar ile Haçlılar arasında defalarca el değiştirir. En sonunda 1517 yılında şehir Osmanlı’nın egemenliğine girer.
Osmanlı egemenliği bu topraklarda birinci dünya savaşının sonuna kadar sürdü. Osmanlılar 1917 de gittiler. Yerine İngilizler geldi.
1929 yılının başlarında kentte yaklaşık 800 Yahudi vardı.  Yahudilerin 800 yıldan fazla zamandır bu bölgede yaşadıkları bilinmektedir. Arapça da konuşurlardı.  Bölgedeki Araplar ile sosyal ekonomik kültürel bağları vardı. Yahudiler  diğer bölgelerin aksine, burada huzur ve sükûn içerisinde korkusuzca yaşamaktaydılar.
15 Ağustos 1929 sabahı Yeruşalayim’de Ağlama duvarına gitmeleri engellenen Yahudiler olayları protesto etmeye başladılar. Olaylar büyüdü. Kirayat Arba’ya gelen bir motosikletli Mescid-i Aksa’nın yakıldığını söyledi. Araplar ayaklandılar. Kentte 15 kadar İngiliz polisi vardı. Olayları durdurmak için yetersiz kaldılar. Araplar, ilk önce yolda yürüyen iki Yahudi çocuğu döverek öldürdüler. Daha sonra evlere saldırmaya başladılar. 63 Yahudi linç edildi ve öldürüldü. Hebron’da olaylar devam ederken Motza Yahudi köyünde Maklef ailesinin evine saldırdılar. Anne, baba, iki kızları ve iki misafirleri hunharca öldürüldü. Daha sonra ev ateşe verildi. O aileden bir tek kişi kurtuldu. MORDECHAİ MAKLEF. Ve yıllar sonra İsrael genelkurmay başkanı oldu…
Hebron , Kfar Uria ve Tel Aviv’de Arap saldırılarında Ağustos 1929 da toplam 133 Yahudi öldürüldü ve 500 den fazla Yahudi yaralandı. Bu felaketin üzerinden tam 89 sene geçti. Unutmayalım, hatırlayalım istedim…
1936 yılında ikinci bir saldırı oldu. Bu sefer neredeyse bütün Yahudiler yok edildiler. Kalanlar güvenlikleri için Yeruşalayim’e götürüldüler ve Hebron’da Yahudi kalmadı. Taaa 1967 yılına kadar.
1948 yılındaki Arap-İsrael savaşından sonra şehir Ürdün’ün kontrolüne geçer.  
Ve sene 1967. 6 günlük savaş. 8 Haziran günü.  İsrael oğulları atalarının mirasını, babalarının hakkını geri alırlar. İsrael paraşütçüleri Hebron’a girer. Hebron İsrael kontrolüne geçer. Fakat ne yazık ki, şehirde neredeyse bir nesilden beri hiç Yahudi yaşamamaktadır. 1968 yılında yerleşimciler Hebron’a geri dönmeye başlarlar. El-Halil’in doğusunda Kiryat Arba’ya yerleştirilirler. Bugün Kiryat Arba’nın nüfusu 6 bin civarındadır.  
Eğer bir gün Hebron’a gidersen, ne olur, bir dakika dur ve düşün:
Bir zamanlar burada olanlar nerede?
Kenanlılar, Edomitler, Helenler, Bizanslılar nerede?
Memluklar, Haçlılar, Osmanlılar nerede?
Hepsi zaman tünelinde kayboldular, buharlaşıp yok oldular.
Ama Yahudiler burada. Hala Hebron’da.
İşte Yahudi azminin gerçek tanıkları 4000 yıldan sonra hala burada.
Kanlı ve canlı.
Bak ve gör.
Bu güne kadar hiçbir ırkın, dünyanın hiçbir köşesine, böyle bir bağlılık gösterdiği görülmemiştir.
Keza hiçbir ırkta, bu kadar azimli bir göç dürtüsü ile bulunduğu yerden köklerini söküp, başka yere yeniden dikme cesareti görülmüş şey değildir.

İŞTE ALİYAH (GÖÇ-EVE DÖNÜŞ)  RUHU BUDUR VE HER TÜRLÜ SAYGIYI HAK ETMEKTEDİR.  

BU BİR İÇGÜDÜDÜR.

ALİYAH YAPMAK KOLAY DEĞİLDİR,  

BELKİ DE YAHUDİ OLMANIN BİR GEREĞİDİR, MECBURİYETİDİR.

ATALARINA BORCUDUR, VARLIĞININ SEBEBİDİR…

ZORDUR YAHUDİ OLMAK. SORADAN DA OLUNMAZ. OLUNAMAZ.

ANCAK YAHUDİ OLARAK DOĞULUR.

Şehir bugün Müslüman bölgesi ve Yahudi bölgesi olarak ikiye ayrılmış durumdadır. Müslüman bölgesine El-Halil, Yahudi bölgesine ise Kiryat Arba denir. Şehir İsrael denetimi ve kısmen Filistin denetimi altındadır fakat sık sık olaylar çıkmaktadır.
Machpelah’a (Atababalar mağarası-mezarlığı) gelince, bugün üzerinde bulunan Halilurrahman Camii aynı zamanda sinagogdur. Defalarca sinagog, kilise ve camii olarak değişikliğe uğramıştır. Katliamlara sahne olmuştur. Çok çok ilginç bir geçmişi vardır. Hikâyesi oldukça uzundur ve bence ayrı bir yazı konusudur. Onu da başka bir sefer yazarım inşallah.
Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.

Sevgiyle kalın, hoşça kalın.

Aaron Baruch   (Ankaralı)


Büyük Kutsal – el-Halil mi Yoksa Hebron mu?   (http://webcache.googleusercontent.com/search?q=cache:mf9gHFgO9jgJ:bilgeturkhaber.com/israil-siyasetinde-machpelah-el-halilin-onemi-nedir+&cd=1&hl=tr&ct=clnk&gl=tr)

Kutsalların Çatışması – Hebron

Book of Genesis

Şalom gazetesi – Hebron katliamı – Metin Dellevi (http://www.salom.com.tr/haber-73379-hebron_katliaminin_80_yildonumu.html)



Vikipedia ansiklopedisi

5 Ağustos 2017 Cumartesi

KÜKREYEN FARE...


 

 



 

Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım,

CFO diye bir örgüt var. Açılımı Chief Financial Officers. Bu örgüt ülkelerin ekonomik yapılarını inceleyip arada bir raporlar filan yayınlıyor. Bu kuruluş, geçtiğimiz günlerde bir rapor daha yayınladı.  İsrael’den bahsediyor.

Ekonomik olarak İsrael’in bulunduğu noktayı bir başarı öyküsü olarak tanımlıyorlar.

İsrael’de son 20 senede ciddi bir nüfus artışı yaşadı. Neredeyse bu ülkede yaşayan insan sayısı ikiye katlandı. (Artış % 45) Oysa ekonomik büyüme % 180 oranında arttı.

2000 yılında İsrael Merkez Bankası 15 yıl içerisinde milli gelirin 700 milyar şekele ulaşacağını öngörmüştü. Oysa bu rakam 1.030 milyar  şekele ulaşarak her türlü tahminin üstünde gerçekleşti. ,

İsrael’in döviz rezervleri 90 milyar doların üstünde. Kişi başına dünyada en fazla döviz rezervi olan ülke. Dünya şampiyonu…

Ülkenin yıllık toplam milli geliri 300 milyar dolar seviyesine ulaştı. Bakın, kişi başına düşen geliri ile, İsrael nerelerde?

Türkiye …………………   9.821 dolar

Yunanistan ……………. 18.063 dolar

Fransa …………………. 27.311 dolar

İtalya …………………..  30.616. dolar

İsrael …………………..  38.127 dolar

 

Esasında 2017 yılında çok daha büyük başarılara imzalar atıldı. Yılın ilk aylarında İsrael start-up şirketlerine, dünyadan 750 milyon dolarlık alıcılar geldi. Bu bir rekordu. Peşinden gelmiş geçmiş en büyük satış gerçekleşti. Sürücüsüz araba teknolojisi üreten İsrael şirketi Mobileye,  İNTEL tarafından tam 15 milyar 300 milyon dolara satın alındı. Devlet bu satıştan 4 milyar dolar vergi aldı. Geçen hafta da yine büyük bir satış gerçekleşti. İsrael ilaç firması Neuroderm, 1 milyar 100 milyon dolara Japon Mitsubishi tarafından satın alındı. Para nakit olarak ödeniyor.

Şimdi  “ne bu abi, onu sat bunu sat, ne oluyor anlamadık ki? “ diyorsanız söyleyeyim:

İsrael yeni teknolojilere çok önem veriyor. Fikri olanlar düşündüklerini gerçekleştirsinler diye, devlet bunlara destek veriyor. Öte taraftan eğitim, dünyaya göre bayağı üst seviyede. İsarel’in 8 üniversitesi de dünyadaki en iyi üniversiteler sıralamasında ilk 100’ün içinde. Kısacası İsrael, dünyada eğitim seviyesi olarak 3ncü sırada. İşte eğitim ve devlet destek politikaları bu neticeleri doğuruyor. İsrael devamlı yeni teknolojiler üretip dev şirketler kuruyor. Sonra birileri gelip onları satın alıyor. İsrael buluyor, geliştiriyor sonra satıyor. Bu teknolojide de böyle, tıpta da böyle, savunma sanayiinde de böyle…  Örneğin dünyada uzaya uydu gönderen sadece 8 ülke var. Birisi de İsrael. Aralarında İntel, HP, Google, Facebook, Apple, Motorola, IBM, Microsoft gibi 300 dev teknoloji firması İsrael’de faaliyet gösteriyor, araştırma ve geliştirmelerini bu ülkede yapıyorlar. New York’daki dünya teknoloji borsasında  (Nasdaq)  İsrael’in tam 86 şirketi var. (Türkiye’nin yok.)

Doğal gaz konusuna hiç girmiyorum, bakalım o cepheden ne haberler gelecek. Daha çok yeni sayılır. Ekonomiye yansıması bu yılsonunda belli olur. Bu şimdi anlattıklarım, henüz yukarıdaki tabloya yansımadı.   Bir komşum İsrael için bir benzetme yapmıştı. “Kükreyen fare” demişti. Bakın şu 8 milyonluk ülkeye, neler yapıyor…

Bütün bu anlattıklarıma bağlı olarak işsizlik oranı dünyanın en iyilerinden biri. % 4 civarında. Asgari ücret 5000 şekel. Yılsonunda 5300 olacak. (1 şekel = 1 TL.) Üstelik de enflasyon yok. Hatta eksi.

Pekiii,  bu halkın refahına yansıyor mu? İsrael’li sosyalistler bundan çok memnun değil. Orta direk kayboluyor diyorlar. Sosyal eşitlik kayboluyor, bu zenginlikten dar gelirliler adil olarak faydalanamıyor diyorlar. Zenginler ile dar gelirliler arasındaki makas açılıyor, uçurum büyüyor diyorlar.  

Bunda en önemli göstergelerden birisi ev durumları. Bundan 15-20 sene evvel İsrael’de ev almak daha kolaymış. Şimdi çok zorlaştı. Mavi yakalıların ev satın alması bayağı güçleşti. Devlet elinden geleni yapıyor. Alınan tedbirler sayesinde biraz sanki ucuzlamaya başladı gibi…

Daha yapılacak çok iş var. Sağlık sektöründeki problemlerin çözülmesi lazım, eğitimin herkes tarafından fırsat eşitliği ilkesi içerisinde ücretsiz olması lazım, herkesin bir evi olması lazım, BARIŞ lazım, daha çok iş var… Yaparız evvel Allah, biz Kızıldeniz’i bile yarıp gelmedik mi? Mucize bizim işimiz. KOL HAKOVOD İSRAEL…(Aferin İsrael)

İsrael’in güneşi pırıl pırıl… Parlıyor… Daha da parlayacak inşallah…

Bu hafta da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.

Sevgiyle kalın, esen kalın…

Aaron Baruch  (Ankaralı)