Sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve
dostlarım…
“Kayades”, Türk Yahudileri’nin kullandığı Judeo
Espanyol dlilinde “sus, sessizlik, ya da suskunluk” anlamına gelen bir
kelimedir. Türk Yahudiler için ise; “konuşma, karışma, düşük görüntülü yaşa”
hayat felsefesini tek kelime ile anlatan sosyolojik bir terimdir.
Türkiye’de yaşayan her Yahudi bunu
öğrenerek büyür. Bu ülkede yaşayabilmenin ana kuralı, “susmak, her şeyi
ortalıkta konuşmamak, ana dilini kullanmamak, gerçek adını söylememek” olduğu
Yahudiler ‘in beyinlerine kazınmıştır. Bu Türk Yahudilerinin geliştirdiği bir
savunma sistemi sanki…
“Kayades” Türk Yahudilerinin öylesine içine işlemiştir
ki; yaşadıkları hayat tarzı konusunda kendi aralarında bile yüksek sesle konuşmaya
çekinirler. Bu davranış biçimi artık vücutlarının bir parçası gibi olmuştur. Hatta
beyinlerindeki bir kıvrım gibi her hareketlerine, her sözlerine, her
düşüncelerine hâkimdir. Bu, geniş toplumla ilişkilerindeki “düşük görüntülü
yaşam tarzı” Türk Yahudileri için vaz geçilemez olmuştur.
1927de işlenen Elza Niyego cinayeti Türkiye’deki
Yahudilerin “kayedes felsefesi” için bir dönüm noktasıdır. Elza Niyego’nun
cenaze törenine katılan 10 bin (bazı kaynaklara göre 25 bin) Yahudi, kortej ilerledikçe “adalet istiyoruz” diye sloganlar atarlar. Bu bir ilktir. İlk
defa Türk Yahudileri, adaletsizliği protesto etmekte ve isyanda
bulunmaktadırlar.
Bunun bedelini ağır öderler. Derslerini
öyle bir alırlar ki bir daha “ev sahibine” karşı böyle bir saygısızlıkta
bulun(a)mazlar.
Cenazenin akabinde basında “Yahudilerin
saygısızlığını” ve hatta “gövde
gösterisini” eleştiren çok sert yazılar çıkar. Öyle ya, kimdi bu Yahudiler?
Onların konuşmaya, protesto etmeye, adalet istemeye ne hakları vardı? Onlar
Türklerin 400 sene evvel, İspanya’nın mezaliminden kurtardıkları misafirlerdi. 400
yıl da geçse, 1000 yıl da geçse bu değişmezdi. Onlar Yahudi idiler. Güya Lozan
anlaşmasıyla eşit oldukları garanti altına alınmıştı. Yeni Türkiye Cumhuriyeti
Anayasası onları eşit vatandaşlar olarak tanımlıyordu. Ne eşiti be? Onlar
Yahudi’ydi… Eşit meşit olamazlardı.
Cenazeden sonra zamanın Cumhuriyet savcısı
Nazif Bey basına bir açıklama yapar:
“Geçen gün kamu hukukunu ilgilendiren bir
cinayet üzerine bazı Yahudiler, kanuna aykırı hareket etmeye başlamışlardır.
Sokaklarda adalet istiyoruz diye bağırmaya cüret etmişlerdir. Trafiği
durdurmaya kalkmışlardır. Kamu düzenini bozmaya kalkan bu insanları en şiddetli
bir şekilde cezalandıracağız.”
Neticede 9 Yahudi tutuklanır. Yahudiler
sindirilir. Derslerini almışlardır. Hadleri bildirilmiştir. Bir daha mı, tövbe,
bir daha böyle bir protestoya, ya da adalet arayışına asla kalkışmazlar. “Kayades”
başlamıştır. O günden sonra haklarında verilen her karara, uygulamaya, ya
da kanuna kamusal bir tepki göstermezler. Hükümet mercileri ile iyi geçinmeye
çalışırlar. İşlerini tatlı dil ve rica ile
çözmeye uğraşırlar. Bu, neredeyse gelenekleşir. Birkaç istisna dışında siyasete de karışmazlar,
fikir beyan etmezler. Hatta bunu esprili bir şekilde “no mos karişiyamoz en
los meseles del hükümet”, yani “biz hükümet meselelerine karışmayız” şeklinde
ifade ederler.
1934de Trakya pogromu yaşanır. 10 binden
fazla Yahudi yerlerinden, yurtlarından olur. Büyük çoğunluğunun malları,
mülkleri yağma edilir. Haftalarca süren olaylara karşı basın sessizliğe
bürünür. Her şey olup bittikten sonra nihayet başbakan İsmet İnönü “antisemitizm
Türkiye zihniyeti değildir” diye bir açıklama yapar. Bu açıklama travmayı
azaltmaktan çoook uzaktadır. Yahudiler, eşit vatandaş olarak kabul
edilmediklerini artık bütün çıplaklığı ile anlamışlardır. Tüm kötülükleri
bizzat komşuları yapmışlardır. Bu kolay kolay sineye çekilecek bir durum
değildi. Ne yazık ki sonradan “malımız mülkümüz gitti, ama olsun bizi Almanlara
vermediler ya” diye teşekkür edenler bile oldu. Böylesine kadercilik… İnsan
ne diyeceğini şaşırıyor…
Köklerinden ayrılmaya zorlanan, mallarını,
mülklerini, en önemlisi yaşadıkları ülkeye olan güvenlerini kaybeden Türk
Yahudileri sessizliği seçtiler. Geçmişi, acıları susarak aşmaya çalıştılar. Yeni
nesillerden de sakladılar. Zarar görmesinler, isyan etmesinler Türkiye’de
yaşamaya devam edebilsinler diye. Sene 1934, daha İsrael devleti ufukta bile
yok. Gidecek kaçacak yerleri yok. Nereye gidecekler? Hem konuşmak, anlatmak,
isyan etmek neye yarardı ki? Bunları yapan daha da kötüsünü yapmaz mıydı?
Yıllar yılları kovaladı. Türk Yahudileri “yirmi
sınıf ihtiyat askerliğini”, “varlık vergisini” yaşadı. “6-7 Eylül
olayları” yaşandı. Yahudiler hep sustu. İsyan etmediler, adalet arayamadılar.
Necmettin Erbakan ile Türkiye’de yeni bir
dönem başlamıştı. İsrael’e, Yahudilere giydirdikçe oylar artıyordu. Bu
neredeyse Türkiye’de bir siyasi getirim felsefesine dönüştü.
“Kasımpaşa’lı Uzun Adam” Davos’ta Shimon Peres’e “one minute” çıkışını
yapmış, dönüşte ülkede kahramanlar gibi karşılanmıştı. Tamam, artık o da İsrael’e,
Yahudi’ye giydirmenin, “Kasımpaşa’lı” gibi hareket etmenin oyları
arttırdığını öğrenmişti.
Mavi Marmara’yı yaşadık. Olaydan sonra
işyerleri basılıp dövülen Yahudiler tanıyorum. “Köpekler ve Yahudiler
giremez” pankartları gördük. Basında tık çıkmıyordu.
Türk Yahudileri, artık iktidarın dümen
suyundaki Türk Basınının her gün dozu artan antisemit söylemleriyle hatta hakaretleriyle
karşı karşıya gelmeye başlamıştı. Sinagoglarımıza “yakılacak mekân” yaftaları
asılıyor, önlerinde abuk subuk protestolar yapılıyordu. Her İsrael Türkiye
olumsuz gelişmelerinde, Türk Yahudileri hedef alınıyor hatta cemaatin ileri gelenlerinden
İsrael politikalarının eleştirilmesi isteniyordu.
Türk Yahudileri tepkilerini sadece birkaç
tweet’ten öteye geçiremediler. Ne yapabilirlerdi ki? Ülkenin bir sürü sözde demokratik toplum
kuruluşu ağzını açmıyordu. Basın susturulmuştu… Memlekette olağanüstü hal ilan
edilmiş, kanun manun mahkeme şu bu yok. Her şey rafa kalkmış. Uzun Adam “raconu
ben keserim” diyordu.
Artık herkes susuyor. Türkler bile…
Yapacak bir şey kalmadı. Varsa yoksa sosyal medyada “hadi zincir yapalım,
Türk Bayrağı” filan. Ne işe yarayacaksa? Bazı yazılarımın akabinde Türk
arkadaşlarımdan ya da yazımı okuyan Türkler’den şöyle yorumlar alıyorum:
“Siz Yahudiler ‘in gidebileceği bir başka
ülkeniz var, biz nereye gidelim?”
Çok acı.
Hepinizi seviyorum. Her şey iyi olacak
inşallah…
Bu haftalık da bu kadar sevgili
kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.
Esen kalın, hoşça kalın.
Aaron Baruch (Ankaralı)
Bu yazımda Sayın Işıl Demirel’den
alıntılar yaptım. Teşekkürlerimi sunuyorum…