Beyaz gömlekli, siyah ayakkabı siyah pantolon giymiş garsonu görünce bir anda eskilere gittim. Mısır Çarşısı’nın Yeni Cami tarafındaki kapısının üst tarafında merdivenle çıkılan bir lokanta vardı. Pandelli. Duvarları çini kaplı, kemerli mimarisi, bembeyaz masa örtüleri ve beyaz ceketli, beyaz gömlek siyah ayakkabı giymiş papyonlu Rum garsonları ile Pandelli lokantası.
-Oriste pasamu…
Böyle karşılardı garsonlar müşterileri.
Rodos’un Lindos kasabasında ünü Yunanistan sınırlarını bile aşmış
Mavrikos restorana girdiğimde hem garsonun kıyafeti hem de bembeyaz masa
örtüleri bana birden bu şoku yaşattı.
Restorana girer girmaz atmosfer bizi hemen etkisi altına almaya
başladı. Garsonumuz Dimitri bize tam mekânın ortasında bir masa gösterdi,
oturduk.
-Ne içersiniz diye sordu.
-Uzo dedik.
Kocaman bir domatesi kök yeri alta gelecek şekilde beş elma dilimi
gibi kesmişler ama tam ayırmamışlar ve ortaya bırakmışlar. Bir sürü yeşillik eklemişler,
ince kıyılmış kırmızı soğan ile üç beş tane kalamata zeytini ilave etmişler.
Birde limonlu zeytinyağlı güzel bir sosla tatlandırmışlar. En üste de beyaz peynir
bırakmışlar. Tam Grek salata anlayacağınız.
-Ne yemek isterseniz?
Garsonumuza:
-Favorileriniz neyse sırayla getir bakalım, ancak karidese meraklı
olduğumuzu unutma dedik.
-Okey, merak etmeyin dedi.
Biraz sonra bir patlıcan tabağı getirdi. Hiç görmediğim kadar açık
renkte, incecik, ızgarada mühürlenmiş ve yan yana dizildikten sonra üzerine
hafif yağlı sarmısaklı şerit halinde yoğurt bırakılmış patlıcan dilimleri.
Tam patlıcanlara dalmıştık ki elinde bir tabak daha geldi. Bu benim
daha evvel deneyimlemediğim bir şeydi. Sordum:
-Bu nedir?
-Karides.
Yahu bu nasıl karides, küçücük. Meğerse buna baby karides
diyorlarmış. Limon pelteli, zeytinyağlı, içinde eser miktarda sarımsak bulunan
bir sosu var. Kaşıkla dalıyorsunuz, kaşığa üç beş tane sığıyor, sosuyla beraber
alıyorsunuz, müthiş, tek kelimeyle müthiş…
Dayanamıyorum, kalkıp mutfağa gidiyorum. Şefle tanışmam lazım. Önünde önlüğüyle Dimitris Mavrikos’la tanışıyoruz. Mutfağın önündeki barı idare eden kardeşiyle birlikte 3 nesilden beri bu restoranı işletiyorlar.
Bu arada ufak torunuma kocaman bir tabak pasta (makarna) getirdiler.
Dayanamıyor hepimiz bir çatal atıp tadına bakıyoruz… Acayip lezzetli, tam
aldente, dişinize göre, domates sosun içerisinde fesleğen ve sarımsak kendini
hissettiriyor.
Bu arada torunum çok sevdiği cacıkiyi önüne çekiyor. Bu cacıki
bildiğin cacık, ama süzme yoğurdun içine salatalığı, yoğurdu hiç sulandırmadan
katıyorlar, sonra biraz da sarımsak. Sarımsak bu mutfağın her yerinde var.
O sırada arka masada tek başına bir balık yiyen 70’lerinde bir
hanım masamıza yanaştı ve İbranice bize “iyi akşamlar” dedi. Kendisi
İsrailli bir yazarmış. 10 seneden beri Rodos’da yaşıyormuş. Bizim İbranice
konuştuğumuzu işitince bir selam vermek istemiş.
İsrailli yazar ile muhabbetimiz tam bitmişti ki primadonna geldi. Üzerinde daha evvel tatmadığım
ne olduğunu da çok anlamadığım süper bir sosla ızgara kocaman Jumbo karidesler,
içleri havyarlı. Bunlar neredeyse ıstakoz, böyle iri karidesi daha evvel
görmedim. Kafalarını kopartıp içlerini bile emdik. Konuşmuyor ellerimizle
karideslerin yenilebilecek har yerini mideye indiriyoruz. Uzo şişesi bitti. Bir
tane daha ısmarladık. Nasıl olsa geriye taksi ile döneceğiz.
Tamam buraya kadar dediğimizde Dimitri “bu bizim özel imza
yemeğimiz” diye ortaya simsiyah bir rizotto getirdi. Mürekkep balığının
mürekkebi ile hazırlanmış bir sos bu rizottoyu böyle simsiyah yapıyormuş.
Açıkçası böyle simsiyah bir şeyi insan yemek için çok hevesli olmuyor ama bir
tadan bir daha girişiyor. Yok böyle bir şey, gerçekten çok başarılı. Rizottoyu
son kırıntılarına kadar tükettikten sonra:
-Bakın, sakın tatlı matlı söylemeyin, vallahi ben bittim dedim.
Kızım:
-Babacım, balık filan deniz ürünü yedin mi tatlı yemezsen balık
ölmez, canlı kalır, mecburuz dedi.
Tatlılar renkli iki kadehte geldi, hepimize de bir kaşık. Birisi çikolatalı,
birisi sütlü vanilyalı iki tatlı. Birer kaşık attık ağzımıza ve mest olduk.
Bu sefer Dimitri’yi çağırıp:
-Bu kadar yemekten sonra şöyle yolluk babında hazmettirici bir şey
yok mu diye sorduk.
Dimitri biraz sonra gelip küçük flüt bardaklarla bir şişe içkiyi
masaya bıraktı. Bu çok yüksek dereceli alkolü olan İtalyanların grappasına benzer
bir içki. Birer kadeh çaktık, olmadı birer kadeh daha. Sonra nihayet bitti.
Daha evvel yemem konusunda yazdığım yazılardan edindiğim tecrübeye
dayanarak biliyorum ki yazımı okuyan pek çok okurum “bu yemek kaça patladı”
diye merak edecektir. Şu kadarını söyleyeyim
ki İsrail’de bu yemeği ancak dört misli bir paraya yiyebilirdik. İnanın hiç
abartmıyorum hatta mütevazi davrandığımı bile söyleyebilirim.
Hepinize sağlıklar ve çok güzel yemekler yenecek güzel günler
diliyorum.
Aaron Baruch (Ankaralı)