Akşam yemeği için erken sayılacak bir saatte Tarabya’daki
Kıyı restorana eşimle girdiğimde cam önündeki masada oturanlar yeni yeni
kalkıyorlardı. Garsona:
-Buraya oturabilir miyiz diye sordum.
-Tabi, buyurun dedi.
İçeride henüz erken olduğundan bir tek masa vardı. Kıyı
restoran hatırladığım gibiydi. Neredeyse simalardan başka hiçbir şey
değişmemişti. Bembeyaz masa örtüleri, pırıl pırıl bardaklar, tertemiz tabak
çatal bıçak vs. Her şey, her taraf mis gibi… Cam kenarında olduğumuzdan
dışarıyı seyrediyoruz. Yağmur yağıyor. Aklıma Cahit Sıtkı’nın yağmur şiiri
geliyor. Sessizce içimden okuyorum.
Dışarda yağmur yağadursun…
Ve içerdeyse bütün eşyan,
Esneyip senin gibi her an,
Pencerelerden bakadursun…
Birkaç dakika sonra beyaz gömlekli genç bir garson yanımıza
sipariş almak için geldi.
-Lakerda var mı?
-Tabi efendim, olmaz mı?
-Tamam, bize lakerda getir, bir de patlıcan salatası.
-Başka ne alırdınız?
-Acele etme yavaş yavaş yiyeceğiz ki keyfini
çıkartalım.
İçimden yavaş git oğlum, bu 12 senenin özlemi, tadını
çıkara çıkara diye geçiriyorum.
-Ne içersiniz?
-Bana bir duble rakı getir, ama yeni bir rakı varmış,
galiba adı göbek, ondan varsa getir.
-Var efendim.
-Eşim su içer. Ona oda sıcaklığında su getir lütfen.
-Siz rakıya su alır mıydınız?
-Evet, su ve buz lütfen.
Gitti. Biraz sonra su ve bir duble rakıyla geldi.
Usulünce rakıya önce biraz su ilave etti, buz için pay bıraktı. Sonra iki parça
buzu sıçratmadan bardağa koydu. Eşime de bir bardağa su koyup servis etti.
Biraz sonra lakerdayla patlıcan salatasını getirdi.
Porsiyonlar cömertçe konulmuştu. Servis etmeye teşebbüs ettiyse de kendim
yapacağımı söyleyip izin vermedim. İki büyük parça lakerdanın daha büyük
olanını eşime, ötekini de kendime aldım.
-Hadi afiyet olsun canım.
Lakerdalardan birer parça ağzımıza attık. Kaymak…
Tuzlu değil, soğuk, ağızda eriyor… Deniz kokusu mu desem, eski hatıraların özlemimi
desem, derinden gelen bir haz içimizi kaplıyor.
Sonra patlıcan salatasından aldık. Köz kokuyor,
müthiş lezzetli, tam özlediğim gibi, tam hatırladığım gibi.
Rakımdan küçük bir yudum alıyorum. Artık eskisi gibi
içemediğimden bir kadehle iktifa etmek mecburiyetindeyim, yavaş gitmeliyim. Tadını
çıkara çıkara…
-Sıhhatine canım, afiyet olsun…
Garson uzaktan beni kolluyor. İşaret ediyorum
geliyor. Geldiğinde:
-Bir güzel salata istiyorum dedim. Şöyle rokalı
filan. Bir de kroket getir bize.
Eşim güveçte karides istiyor.
-Tabi efendim, olur.
-Üzerine biraz da kaşer peyniri rendeleyin mümkünse…
-Tamamdır.
Siparişlerimiz 15 – 20 dakika sonra geldi. Kroketler
çok sıcak. Yemek için biraz beklemek gerekli. Fakat karidesler muhteşem. Sosu,
kaşeri, tuzu biberi, yıkılıyor. İçerisinde ince ince domatesler ve mantar da
var. Çok lezzetli…
Salata ile oyalanıyoruz. Rakı da neredeyse yarıya
geldi. Eskilerden konuşuyoruz eşimle, bazen hüzünleniyoruz, ama çoğu komik
şeyler geliyor aklımıza, gülüyoruz.
Garsona balık siparişi verdim. “Bize barbun getir”
dedim. Tava olsun, nar gibi kızarsın, altın rengi barbun yemeyeli çok oldu…
Çok geçmeden getirdi. Balıkları ben elimle yiyorum,
eşim çatal bıçakla… Şahane bir balık, çok taze, belli. Barbunun o kendine has
kokusu burnumuzun direğini, ciğerimizin nefesini bayram yerine çeviriyor. Salatanın
geri kalanını, kroketleri bitiriyoruz. Arada rakı da dayanamıyor, o da bitiyor.
-Tatlı ne istersiniz efendim.
-Çok şey isteriz de neyse, boş ver, yediklerimize
sayalım. Sen yavaştan hesabımızı getir aslanım.
Bu arada restoran hafiften yükünü almaya başlamıştı. Genelde
gençler doldurmuştu mekânı. Ama belli ki hepsi çok seviyeli kişilerdi.
Hesap İsrail’de 3-4 kişinin bir fast food
restoranında ödediği kadar bir paraydı. Kalktığımızda yağmur durmuştu, arabaya
bindik evin yolunu tuttuk. Çok güzel hatıralarla dolu bir geceydi.
İstanbul, Tarabya, Kıyı Restoran, bir gece de böyle
geçti…
Aaron Baruch (Ankaralı)