24 Mart 2018 Cumartesi

ÇİKOLATA…















Her şey bir kutu çikolata ile başlamıştı.

Temmuz 1976’da teröristler Paris Tel-Aviv seferini yapmakta olan Air France uçağını kaçırırlar. Teröristler uçağı Uganda'nın Entebbe kentine götürürler. İsrael’li komandolar binlerce kilometre uçup rehineleri kurtarırlar. Ne o güne kadar, ne de bu güne kadar bu operasyonun bir benzeri görülmemiştir. İsrael’li komandoların tek kaybı, bu gün İsrael başbakanı olan Bibi Netanyahu’nun ağabeyi Sayeret Maktal komando Albayı ve operasyonun komutanı Jonathan (Yoni) Netanyahu’dur.

Rehineler kurtarılmıştı. Teröristler öldürülmüştü. Ancak bu olayı planlayan şeytan hala yaşıyordu. Çok kıymetli bir İsrael’li subay ölmüştü. İsrael oğullarına dokunmayacaksın. Hesap bir gün kapanır.

Bu gün elimden geldiği kadar size İsrael’lin hesabı nasıl kapattığını ve çok tehlikeli bir terör örgütünü nasıl çökerttiğini anlatacağım.

1967 yılında 6 gün savaşının akabinde bazı Arap terör örgütleri birleştiler.  Yeni kurulan bu terör örgütünün adı Filistin Halk Kurtuluş Cephesi idi… Kurucuları Gorc Habaş ve Ahmet Cibril idi. Pek çok eyleme imza atmışlardı. 1976 yılına gelindiğinde örgütün lideri Dr.Wadia Haddad idi ve şeytanın büyüğüydü. Uçağın kaçırılmasını ve Entebbe’ye götürülmesini o planlamıştı. Hedef Haddad idi. İsrael, uçağın kaçırılmasından onu sorumlu tutuyordu.

Haddad hayatının tehlikede olduğunu biliyordu. Ofisini kendini emniyette hissettiği Bağdat’a taşıdı. Gerçekten Bağdat’ta Haddad’a yaklaşmak imkânsızdı. İyi de MOSSAD da bu şeytanı öldürmeye kararlıydı. Nasıl olacaktı?

MOSSAD zorlu bir operasyona girişti. Haddad hakkında her türlü bilgiyi toplamaya başladılar. Önemli önemsiz ayırmıyorlar her detayı derinlemesine araştırıyorlardı.

Nihayet önemsiz gibi gözüken bir detay MOSSAD’a ulaştı. Haddad’ın örgütüne sızmayı başaran güvenilir bir Filistin’li, şeytanın çikolatayı çok sevdiğini, özellikle Belçika çikolatalarına çok düşkün olduğu bilgisini Tel Aviv’e ulaştırdı.

Ramsad   (MOSSAD başkanı)    Yitshak Hofi, bu bilgiyi zamanın başbakanı İzak Rabin’e iletti. İzak Rabin hiç düşünmeden “bitirin işini”  talimatını verdi. MOSSAD operasyon konumuna geçti.

Mossad ajanları Haddad’ın Avrupa’da görev gezisinde bulunan kurmaylarından birini kandırmayı başardı. Adam dönüşünde patronuna koca bir kutu Godiva çikolatalarından götürdü. Ancak o kutu daha evvel Tel Aviv’e gelmiş ve çikolatalara öldürücü bir biyolojik zehir şırınga edilmişti. MOSSAD Haddad’ın aç gözlülükle bütün çikolataları tek başına mideye indireceğini tahmin ediyordu. Bu tahminlerinde hiç de yanılmadılar.

Haddad çikolatalarla baş başa kalınca tek başına oturup bütün çikolataları yedi. MOSSAD tahmini yüzde yüz doğru çıkmıştı.

Esasında tombul bir adam olan Haddad önce zayıflamaya başladı. Süratle kilo kaybediyordu. Doktorlar araştırıyorlar ama bir şey bulamıyorlardı. Haddad’ın bağışıklık sistemi ciddi bir şekilde bozulmuştu. Durumu giderek bozuldu. Yataktan kalkamaz oldu.  Onu Doğu Almanya’ya götürüp bir kliniğe yatırdılar. Teröristlere her türlü desteği cömertçe sunan Doğu Almanlar bu sefer sert bir kayaya çarpmışlardı. Haddad’ın derdine çare bulamıyorlardı. Uzmanların bütün çabaları boşa çıktı. Haddad’ı kurtaramadılar. 1978 Mart ayında 48 yaşındaki terörist hurilerine kavuştu. İsrael hesabı kapatmıştı.

Haddad’ın bankalarda milyonlarca dolar şahsi serveti çıktı. Haddad, bu serveti, Filistin adına yürütmekte olduğu milli savaş (!) sırasında edinmişti. Bütün para kız kardeşine kaldı.

Haddad’ın ölümünden yıllar sonra İsrael’li yazarlara, onun ölümünden MOSSAD’ın sorumlu olduğu yazma izni çıktı.

Otuz yıl sonrada Yaser Arafat benzeri bir şekilde hayata veda etti. Fransız doktorlar, yaptıkları detaylı incelemelerde hiçbir şey bulamadılar. Kim bilir onun ölümündeki sır perdeleri de bir gün kalkar belki…

Haddad’ın ölümünden sonra Filistin Halk Kurtuluş Cephesi çöktü. Örgüt dağıldı ve bir daha toparlanamadı. Bu tehlikeli örgütün İsrael’e yönelttiği saldırılar anında durdu. İsrael azılı bir düşmanı yok etmişti.

Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça - MOSSAD - Michael Bar-Zohar  - Nissim Mishal

21 Mart 2018 Çarşamba

SAYIN ERDOĞAN, LÜTFEN MESAJIMI ESAD’A İLETİR MİSİNİZ?


    









Sevgili dostlarım...

Tam 29 yıl Suriye'yi idare eden Hafız Esad,  10 Haziran 2000 tarihinde Şam'da  hayata gözlerini yumar. Cenaze törenine 40  ülkeden devlet başkanları, dış işleri bakanları ve heyetler katılır. Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı  Ahmet Necdet Sezer'de törene katılanlar arasındadır.  Kuzey Kore'yi ise  Savunma Bakanı  General Kim Il Chol  temsil eder.

Cenaze merasiminden hemen sonra Kuzey Koreliler  ile   yeni Suriye Devlet Başkanı Beşar  Esad,  Suriye'de nükleer tesis yapılması konusunda  bir ön anlaşma yaparlar. Olaylar gelişir. Temmuz 2002 de Şam'da yapılan üçlü bir gizli bir toplantıda,  Suriye, İran ve Kuzey Kore  arasında  mutabakat  sağlanır. Kuzey Kore,  Suriye'de nükleer bir tesis kuracak, finansmanı ise İran yapacaktır. Maliyet 2 milyar dolardır ve bunun bir milyar doların peşin ödenecektir.  Tesis,  Suriye'nin kuzey doğusunda, Türkiye sınırına  yakın, Dir A-Zur  çöl bölgesinde  inşa edilecektir. İsrael'in can düşmanı Suriye, nükleer silaha sahip olmak için artık geri dönülmez bir adım atmıştır. Çanlar İsrail için çalmaktadır...

Sonraki 5 sene süresince  projeyi çok iyi saklamayı beceren Suriye'den ancak bölük pörçük istihbarat gelir. Projenin güvenliği Beşar Esad'ın şahsen arkadaşı, sırdaşı, en güvendiği kişilerden birisi olan General Muhammed Süleyman'a  teslim edilmiştir.  General işini fevkalade yapmaktadır. Dışarı kuş uçmaz. Tesisin devamlı olarak tepesinden geçen İsrael ve Amerikan uyduları kurulmakta olan reaktörü fark edememişlerdir.  Ancak, 2005 senesinde, Kuzey Kore'den Suriye'ye çimento taşıyan Andorra şilebi İsrael'in Nahariya  kenti açıklarında batar.  Öte yandan İkinci bir Kuzey Kore Şilebi başka bir çimento yükü ile Kıbrıs'ta alıkonur. Her iki “çimento yükünün”  nükleer reaktör malzemesi olduğu açıktır.  İsrael gözlerini dört açmaya başlar. Bu arada General Süleyman   orta doğudaki tüm terör örgütleri ile de bağlantı kurmuştur. Hizbullah'a, silah ve füze gönderilmesini o organize etmektedir. 2006 yılında bu füzelerden biri Hayfa’daki  tren yolu çalışmasına isabet eder ve 8 İsrael demiryolu işçisi hayatını kaybeder.  İsrael bu olaydan General Süleyman'ı sorumlu tutar. General Muhammed Süleyman bunu ödeyecektir. Hem de ne ödeme...

7 Şubat 2007 de olağan üstü bir olay yaşanır. İranlı bir  general,  Ali Rıza Asgari, Şam hava alanına gelir. Kendisi İran'ın eski savunma bakan yardımcısıdır. Aynı zamanda devrim muhafızlarının da liderlerinden biridir. Hava alanında bir müddet oyalanır.  Ailesinin, İran’ı terk ettiği haberini alana kadar bekler. Sonra İstanbul'a uçar ve ortadan yok olur. (Haber Türk'ün haberine göre,   İran Devrim Muhafızları Tugayı Komutanı Ali Rıza Asgari hayatından endişe etmektedir. Çünkü iktidara gelmiş olan Ahmedinecad ile anlaşamamaktadırlar.  Asgari, yakın arkadaşı Emir İbrahimi’ye göre bir kaçakçıyla birlikte katır üzerinde Türkiye’ye kaçar ve İstanbul’da CIA’e teslim olur. )

Şu veya bu şekilde Asgari CIA ve MOSSAD'ın birlikte hazırladıkları bir operasyonla  batıya iltica eder. Almanya'daki bir  Amerikan üssünde sorguya çekilir. Dir-A-Zur projesi ile ilgili ifşaatta bulunur. İran'ın projeye yalnız mali destek vermediğini, aynı zamanda bir an evvel bitirilmesi için baskı yaptığını da açıklar.

Ramsad,  (Mossad başkanı)    Meir Degan, operasyon konumuna geçer.  Fakat siyasiler operasyona kesinlikle karşıdırlar. Kesin deliller istemektedirler. Yapılmakta olan bu tesisin bir nükleer rektör olduğundan emin olmaları gerekmektedir. Bu delillerin bir an evvel toplanması lazımdır.  MOSSAD reaktör ilgili pek çok kişiyi takibe alır. Nihayet oltaya bir av takılır.

2007 Temmuzunda üst düzey bir Suriye subayı Londra'ya gelir. MOSSAD takiptedir. Oteldeki odasından  akşam vakti  çıkar. Fakat müthiş bir hata yapar ve dizüstü bilgisayarını yanına almaz, odada bırakır. MOSSAD  ajanları elektronik bir aletle kapıyı kolaylıkla açarlar ve  içeri girerler.  Suriyeli subayın bilgisayarına TRUVA ATI  isimli gelişmiş bir program yüklerler. Bilgisayarda ne var ne yoksa ertesi gün Tel-Aviv’de  MOSAD'ın bilgisayarına inmiş ve inceleme başlamıştır. İndirilen bilgilerin arasında nükleer reaktörle ilgili pek çok konuya rastlanır.  Peşinden MOSSAD büyük bir başarıya daha imza atar. Reaktörde çalışan bir bilim adamını  İsrael adına çalışmaya ikna eder. Reaktörün içinden ve dışından pek çok resim MOSSAD'ın merkezine akmaya başlar.

MOSSAD her adımdan Amerika'yı haberdar etmektedir. Amerikalılar‘da artık  uydularla olayı yakın takibe alırlar. Haziran 2007 de İsrael Başbakanı Olmert, bütün delillerle Amerika'ya gider.  Bush ile görüşür ve kendisinden reaktörü vurmasını ister. Amerika Dış işleri bakanı Condoleeza Rice, operasyona karşıdır ve başkan dâhil her kesi de ikna eder. Amerika olaya karışmama kararı almıştır.

İsrael kendi göbeğini kendi kesecektir. 

İsrael hükümeti muhalefetin de onayını almak için MOSSAD'dan daha kesin yeni deliller ister. Bu arada İsrail OFEK-7  casusu uydusunu detaylı fotoğraflar elde etmek için yeniden programlar.  Aynı zamanda İsrael dinleme servisi,   (birim 8200)     Kuzey Kore'nin baş Kenti Pyong  Yang ile çölün ortasındaki  Dir-A-Zur arasında çok yoğun telefon trafiğini tespit eder ve bütün görüşmeleri dinlemeye muvaffak olur.  Görüşmelerin tam metnini de çıkarır.
Fakat Amerika bir operasyon yapılmasına hala sıcak bakmamaktadır. İsrael Amerika'yı ikna etmek için su götürmez deliller elde etmeye mecbur kalır.

Ağustos 2007 de İsrael'in en seçkin komando birliği   Sayeret Maktal, çok sayıda  askerini riske atan bir operasyona  girişir.  Çok sayıda komando, helikopterlerle inanılmaz bir uçuş yapıp radarlara yakalanmadan Dir-A-Zur yakınlarına inerler.  Tesise yaklaşırlar ve topraktan numuneler alırlar.  Hiç bir aksilik olmadan İsrael'e geri dönerler. Yapılan analizlerde toprakta yüksek miktarda radyoaktif madde bulunur.

Artık kimsenin şüphesi kalmamıştır. Bu bir nükleer reaktördür. (Haber Türk,  bu operasyonda İsrael Komandolarının helikopterlerle gelmediğini,  radarlara yakalanmamak için çok yükseklerden paraşütle atladıklarını yazmaktadır.)

Sunday Times gazetesine göre başbakan Olmert savunma bakanı Ehud Barak ve Dış İşleri bakanı Zippi Livni ile bir  son toplantı yapar. Peşinden, başbakan Olmert bu defa  muhalefet lideri Bibi (Netanyahu) ile de görüşür ve onunda desteğini alır.  Daha sonraları  Bibi,  "bu hadiseye başından beri katıldım ve tam destek verdim" diyecektir.

İsrael kararını vermiştir. Olmert, ilgili birimlere "VURUN" emrini verir.

Operasyona  MEYVE BAHÇESİ  adı verilir.  (Çünkü Suriye,  o binaları tarım deposu olduğunu iddia ediyordu.)

Saldırı tarihi 5 Eylül 2007 olarak tespit edilir. Yine Sunday Times muhabirlerine göre saldırıdan bir gün evvel  İsrael'in Shaldag  (Balıkçıl)   seçkin komando birliği  Suriye'ye sızar. Dir-A-Zur bölgesine ulaşır.  Görevleri  sonraki gece reaktörü lazer ışıkları ile markalamak,  böylece  İsrail savaş uçaklarının hedefi rahatlıkla vurup  yok etmelerini sağlamaktır.

5 Eylül 2007 saat 23.00. İsrael'in Ramat Davit  askeri hava üssü.

10  F-15 top-gun savaş pilotu. İsrael’in en iyileri…Operasyona gittiklerini biliyorlardı. Ama nereye gideceklerini bilmiyorlardı.  Geri dönüp dönmeyeceklerini de bilmiyorlardı. Uçaklarına bindiler ve ikili kol halinde 10 adet  tam silahlı F-15  savaş uçağı 15 saniye aralıkla gökyüzüne fırladılar... Uçaklara  destek vermek için bir adet de ELINT istihbarat toplama uçağı havalandı. Havalandıktan sonra uçaklara ilk  koordinatlar verildi. Bir şaşırtma taktiği olarak 3 uçak geri çağrıldı. Diğer 7 uçak yoluna devam etti. Suriye hava sahasına girdikten kısa bir süre sonra yolları üzerindeki bir radar üssünü vurdular.  Gerekli yüksekliğe çıktıklarında kendilerine bombalayacakları bölgenin tam  koordinatları ve hedef hakkında bilgi verildi. Bu arada  İsrael savaş uçakları, taşıdıkları “jamming” (sinyal bozucu) cihazlarıyla Suriye’nin Rusya’dan aldığı 18 milyon dolarlık 4 hava savunma sistemini devre dışı bıraktı. (Bu bilgiler  The Guardian, The Times, Newsweek ve Haaretz’in makalelerinden derlenmiştir.)

Çok geçmeden esas hedefe  geldiler. Dikkatle hesaplanmış mesafeden havadan yere Maveric füzelerini ateşlediler ve yarım ton bombayı fırlattılar. Hedef zaten lazerlerle işaretlenmiş bulunuyordu. Bütün bombalar tam isabet kaydetti. Koca tesis müthiş bir gürültüyle bir anda havaya uçtu.  Toz duman dağıldığında tesisin yerinde yeller esiyordu. Hiç bir şey kalmamıştı...

Dönüş yolunda uçaklar Türkiye sınırına yakın bir yerde kanatlarındaki yedek yakıt depolarını fırlattılar. Depolardan birisi Türk köylülerince bulundu. Kimse hiç bir şey anlamadı.  Acaba bu neydi ki?

Operasyon biter bitmez  Olmert, TC. Başbakanı Tayyip Erdoğan'ı arar ve  kendisinden  Beşer Esad'a  "İsrael'in Suriye'ye savaş açmak gibi bir niyeti olmadığını, fakat burunlarının dibinde de bir nükleer reaktöre izin veremeyecekleri"  mesajını iletmesini rica eder.
Şam sesini çıkartmaz. Ancak  o gün saat 15.00 de Suriye Haber Ajansı, resmi bir açıklama yaparak, İsrael uçaklarının gece saat 01.00 de  Suriye hava sahasına girdiklerini bildirir. Ancak uçaklar Suriye savaş uçaklarınca hava sahasından çıkmaya zorlanmıştır. Her hangi bir can ve mal kaybı yaşanmamıştır.

Amerika da sesini hiç çıkartmaz ve hiç bir şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Daha sonra hatıralarında başkan Bush, Olmert için, "çok cesur bir adam, onu bunun için seviyorum" diyecektir. 

Dünya şaşkınlık içerisindedir. Her kafadan bir ses çıkmaktadır. Gazeteler, ajanslar yalan yanlış bir sürü haber verirler... Amerikan ABC televizyonu İsrael'in reaktöre casus yerleştirdiğini açıklar.  Kimse işin doğrusunu bilmemektedir... Yıllarca da öğrenemeyeceklerdir... Nükleer tesis havaya uçmuş ve tehdit ortadan kalkmıştı. Ancak İsrael hesabı henüz kapatmamıştı. Hayfa'da ölen 8 demiryolu işçisinin  kanı hala yerde durmaktaydı. 

İsraeloğullarına  dokunmayacaksın...

11 ay sonra...

General Muhammed Süleyman o akşam Rimal el-Zahabiya'da sahildeki evinde bir davet vermekteydi. Yakın dostlarını evinde ağırlıyordu. Ancak iki davetsiz misafir vardı. İki keskin nişancı açıktaki bir  tekneden  denize atlayarak yüzerek karaya ulaştılar. Ayakları yere değer değmez  generalin evine doğru yöneldiler. İstihbarat doğru çıkmıştı. Süleyman ve  misafirleri veranda da yemek yemekteydiler.  Keskin nişancılar yemek masasında oturmakta olan  Süleyman'ı teşhis ederler ve silahlarını doğrultarak başına nişan alırlar. Mesafe ve görüş ayarlarını yaparlar. Kulaklıklarından bibip sinyali geldiğinde tetiğe dokunurlar. İki kurşun da Süleyman'ın başına isabet eder. Süleyman'ın önce başı geriye gider. Sonra masanın üstüne devrilir.   Her taraf kan içinde kalır. Bir anda kıyamet kopar. Kimileri kaçışıyor,  bazıları eğiliyor,  saklanıyor,  bir kaç kişi de Süleyman'a yardım etmeye çalışıyordu.  Bu kargaşada iki keskin nişancı ortalıktan kaybolmuştu.

Hesap şimdi kapanmıştı. İsraeloğullarına dokunulmaması gerektiğini Süleyman çok pahalıya öğrenmişti...

Arap dünyası bu suikastı İsrael'in tertiplediğine emindi. İsrael'i suçluyorlardı. İsrael ise katiyen kabul emiyor ve her türlü haberi yalanlıyordu.  Ancak Haziran 2010 da Filotilla 13 deniz komando birliğine başarılarından dolayı “mahiyeti açıklanmayan"  bir madalya verildi.

Acaba neden?


Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça  : Mıchael Bar Zohar - Nisim Mishal  - MOSSAD
                         Haber Türk.
                         Sunday Times.
                         Vikipedi ansiklopedisi.

10 Mart 2018 Cumartesi

İSRAEL’DE KADIN OLMAK…






















İsrael’de kadın olmak bir şanstır. Hele hele İsrael’in bir Ortadoğu ülkesi olduğunu düşünürsek… Alabildiğine serbesttir, alabildiğine özgürdür, alabildiğine eşittir. Şu sıralarda Türk TV kanallarında dönen tanıtım gibi İsrael’de kadın, “bir çay koysana” dan fazlasıdır. İsrael’de kadın hayatın ta kendisidir, gerçeğidir. Madam gibi yaşamaz kadın İsrael’de, adam gibi yaşar…

17-18 yaşında liseyi bitirene kadar çocukluğunu ve erken gençliğini imkânları içerisinde dolu dolu yaşar İsrael’in genç kızı. Serbestçe giyinir, mahalle baskısı nedir tanımaz. Erkeklerden korkmaz, kaçmaz. Ve lise bitince hayatın gerçekleriyle tanışma zamanı gelir. Bir laf vardır İsrael’de çok söylenen. “Hayat piknik değildir” derler.

İsrael’li kızlar 18 yaşında askerliğe başlar. Görevlerine göre 2 ya da 3 yıl askerlik yaparlar. Erkeklerle eşittirler. Savaş askeri de olurlar, hatta savaş pilotu bile olurlar. Bazı ülkelerde kadınların araba kullanma haklarına yeni kavuştuğu düşünülürse aradaki fark daha iyi anlaşılır. Kimileri eğitimleri, yetenekleri ve bilgilerine göre bazen bilgi toplama merkezlerinde bazen bilgisayarların yoğun kullanıldığı üslerde görev alırlar. Fakat aylarca süren temel eğitime hepsi katılır.

İşin ilginç tarafı askerlikleri esnasında meslek edinenler de vardır. Bazı bölümlerde çalışanlar daha sonra bunu referans olarak kullanırlar.

Askerlik onları pişirir. Bir tank komutanı kızı düşünün, ya da bir hava üssünde uçaklara bomba yükleyen bir kızı… Bir füze botun karanlık kumanda odasında üzerine gelmekte olan bir roketi durdurabilmek için savunma ünitelerini zamanında ateşlemeye çalışan ojeli parmakları hayal edin… Omuzlarında neredeyse kendileri boyunda silahları ile o kızlar…

Hele hele olmadık yerlerde, olmadık mekânlarda o silahları ile ne ilginç görüntüler… Plajda bikinileri ve omuzlarında o kocaman silahları ile yürüyen kızlar… Yemin ederim öyle resimler çekiyorlar ki, öyle pozlar veriyorlar ki instagramı sallıyorlar, fenomen oluyorlar…



2014 Temmuzunda İsrael Gazze’de Hamas ile savaşa tutuşmuştu. O sıralarda savaş hikâyeleri her an, gazetelerde televizyonlarda yayınlanıyordu: Üç IDF (Israel Defence Force-İsrael Savunma Kuvvetleri)  askeri,  önlerindeki bir binada teröristlerin olduğunu tespit eder. Hava kuvvetlerine icabının yapılması için acele haber verilir. Cevap olumsuzdur. Hava kuvvetleri etrafta sivillerin olduğu gerekçesiyle görevi kabul etmez. İş başa düşer. Askerler binaya dalarlar. Kurşunlar havada uçuşmaya başlar. Birisi boğazından vurulur. Diğeri dirseğinden. Fakat teröristleri haklarlar. Hemen peşlerinden vurulanlar olduğunu haber alan daha 18-19 yaşında sağlıkçı kız binaya dalar. Kendisi anlatıyor:

“İçeri girdiğimde ortalık karanlıktı. Dirseğinden vurulan askeri hemen gördüm. Fakat belki daha zor durumda olan birisi var mı diye süratle etrafı kolaçan ettim. Onu gördüm. Boğazından vurulmuş ve kendi kanı ile boğulmak üzere idi. Çok kan kaybediyordu. Yan çevirdim. Gerekli müdahaleleri yaparken bir yandan da yardım çağırıyordum. Takım arkadaşlarım da yetiştiler. Kanı durduramıyorduk. Neden sonra… “

O askerlerden ikisi de bu gün iyiler çok şükür. Aylar sonra o boğazından vurulan asker hastaneden taburcu edilirken kendisini kurtaran kızla fotoğraflar çektirdi.  

Hadi bu kıza tacizde bulunsana, ya da “git bana bir çay koy” desene… İsrael’de kadın hayatını adam gibi yaşar, madam gibi değil derken bunu demek istedim. Bakın biraz daha açayım konuyu…

Askerliğini bitiren kızlar imkânları içerisinde çoook uzun bir seyahate çıkarlar. Çok çok az bir para ile… Kimisi trenle Avrupa’yı dolaşır, kimisi uzak doğuya gider, kimisi de güney Amerika’ya filan. Geri geldiklerinde askerlik havasından çıkmışlar, artık hayatlarına yön verecek üniversite hayatlarına başlamak üzeredirler.  

Üniversiteler paralıdır. Durumu müsait olmayan ailelerin kızları (ya da erkek çocukları) hem okurlar hem de çalışırlar. Ordu geçenlerde aldığı bir kararla, savaş askerlerinin üniversite masraflarını karşılamaya başladı. Bu uygulamanın çerçevesi ileride daha da genişletilecekmiş.  Üniversite talebeleri için en gözde meslek, saatler de uygun olduğu için garsonluktur. İsrael’de garsonluk meslek değildir, üniversite talebelerinin geçim kaynağıdır. Bahşişler, bu düşünülerek bırakılır. O bahşişlerle o çocuklar okullarını bitirirler, diplomalarını alırlar meslek sahibi olurlar.

Sonra iş hayatı başlar, arada elbette evlilikler olur. Karı koca çalışırlar, çocuk da yaparlar, kariyer de. Sabah saat altılarda hatta beş buçuklarda kalkılır. Çocuklar yuvaya, kreşe götürülür. Öyle servis filan yok. Her aile, baba ya da anne çocukları okula bırakır. Okul ya da yuva büyük oranda yaşadıkları semttedir. Hafta sonu işler karı koca arasında paylaşılır.

Benim çok eleştirilen tabirimle adada yazlık boğazda balık hayatı yaşayan, evde yardımcıları ile dertleri moda ya da saçının rengi olan hanımlar yukarıda yazdıklarımı okuyunca belki, “brrrrr bana göre değil” diyebilirler.  Fakat işin ilginç yanı, İsrael’in kadınları bu “dolçe vita” hayatını uzaktan izlediklerinde “vay anasını” diyorlarsa da en fazla bir ya da iki hafta dayanabiliyorlar. Akşamları sokağa tek başına çıkan ya da bara tek başına giden kadına orospu gözüyle bakıldığı, şort giydiği için dövülen kadınların ülkesinde rahat edemez İsrael’in kadınları. Onlar özgür ruhtur… Özgür… Anlatabiliyor muyum? Özgür…

İsrael’in kadınları ülkelerinin savunmasına katkıda bulunurlar, hatta bu uğurda can verirler, ülkelerinin ekonomisine katkıda bulunurlar. OECD ülkeleri içerisinde İsrael, kadınların en çok üretime katıldığı ülkelerin başlarında gelir. Bilim insanı olurlar, profesör olurlar, Nobel ödülleri kazanırlar. Ve omuzlarında taşıdıkları bu ülkeyi dünyanın en ileri ülkelerinden birisi haline getirirler. Hayata bir iz bırakırlar. 

İsrael’in kadınları, sizleri saygı ile selamlıyorum ve ayakta alkışlıyorum. İSRAEL’İN KADINI HAYATINI ADAM GİBİ YAŞAR, MADAM GİBİ DEĞİL…

Bu haftaki yazımı İsrael’in en önemli kadınlarından birinin, Golda Meir’in sözleri ile bitirmek istiyorum.

Golda başbakanken, tecavüzlerin durması için önlem olarak kadınlara sokağa çıkma uygulanması getirilmesi istenmiş. Golda red etmiş ve demiş ki:

Kadınlara saldıran erkekler, eğer bir yasak getirilecekse evde oturması gereken erkeklerdir.”

Aldınız mı ağzınızın payını…

Sevgili dostlarım bu hafta Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla böyle bir yazı yazmak geldi içimden. Bütün kadınları kutluyorum.

Aaron Baruch  (Ankaralı)

2 Mart 2018 Cuma

HOLOCAUST VE TÜRKİYE… (II. BÖLÜM)












II. Dünya Savaşı sırasında Türkiye, Avrupa ile Filistin arasında geçit olması dolayısıyla çok kritik bir konumdaydı. Naziler 1933’de Almanya’da iktidara geldiklerinde, çoğu doğu Avrupa’da olmak üzere, tam dokuz milyon Yahudi yaşıyordu. Her üç Yahudi’den ikisi, Almanların uyguladığı soykırım neticesinde öldü. ÖLDÜRÜLDÜ… Acımasızca… Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, fark etmiyordu. 


Bu yazımda sizlere, doğu Avrupa’da kapana kısılmış bulunan Yahudiler ’in kaçmak için nasıl çabaladıklarını ve tek çıkış yolları olan Türkiye’nin nasıl bir politika izlediğini anlatmaya çalışacağım.

Yahudiler, Avrupa’dan kaçmak ve gidebilecekleri tek yer olan Filistin’e gitmek istiyorlardı. Tek umut, kurulabileceğini düşündükleri İsrael devletiydi. Bu ümitle Türkiye üzerinden Filistin’e gitmek istiyorlardı. Can havliyle…

Özellikle İtalya, Almanların yanında savaşa katılınca Akdeniz Yahudilere kapandı. Esasında Doğu Avrupa’dan en mantıklı çıkış yolu uluslararası bir suyolu olan Tuna nehri idi. Bu nehir kullanılarak Karadeniz’e ulaşmak mümkündü.  Daha sonra boğazlar yolu ile Ege Denizine ve nihayet Filistin’e ulaşmak imkan dahilindeydi. Boğazlar, Montrö anlaşması ile uluslararası bir suyolu konumundaydı. Dolayısıyla sorun olmazdı. Vize filan gerekmiyordu.   Nitekim 25.000 Yahudi mülteci, Kasım 1938’den itibaren 38 gemi ile bu yolu kullanıp kaçarak Almanların elinden kurtulabildi. Fakat 1942 Şubatında STRUMA felaketi yaşandı. 1944 Nisanına kadar bu yol bir daha kullanılmadı. Yani kullanılamadı. 1944 yılının Ağustos ayında  deniz yolu yeniden devreye girdi.  Türk bandıralı Morina, Bülbül ve Mefkûre gemileri Bulgaristan’ın Köstence Limanından Yahudi mültecilerle dolu olarak hareket ettiler. Ancak Mefkûre bir denizaltı tarafından batırıldı. 372 kişi öldü.

Deniz yolu kullanılamadığına göre geriye tek yol kalmıştı. Kara yolu ile Türkiye üzerinden transit olarak Filistin’e veya başka bir ülkeye gidebilmek. Bu da mümkün gözükmüyordu. Çok zordu. Türkiye vize vermiyordu. Oysa Avrupa’da kapan kapanmıştı. Tek kaçış yolu Türkiye idi.

Şimdi biraz geriye giderek Türkiye’nin, Yahudi mültecilere bakışını gözler önüne sermeye çalışalım. Türkiye’nin bu konuda tutumu açık ve netti. Uzun söze gerek yok. Türkiye “buradan geçemezsiniz” diyordu. 29 Ağustos 1938 tarihli 2/9498 sayılı “mahrem  kararname Avrupa’da yaşayan Yahudilere Türkiye’nin kapılarını sıkı sıkıya kapatıyordu. Kararnameye bak!

“…Almanya, Macaristan, Romanya … Tabiiyetindeki Yahudilere katiyen vize verilmemesi…”

Yahudiler size ne yaptı ki be… Sadece bıraksaydınız da kaçabilselerdi… Transit olarak geçmek istiyorlardı, hepsi bu… Filistin’e gitmek istiyorlardı… İsrael devletinin kurulabileceğine inanıyorlardı.  Neden be, neden bırakmadınız? Vize verseydiniz belki binlerce insanın hayatı kurtulacaktı. Hepsi öldüler… Mutlu musunuz bari şimdi?

Bir de sizi Almanlardan kurtardık demezler mi?

1938 kararnamesi o kadar kesindi ki, bir tek kişiye dahi vize verilmiyordu. Ancak çok özel kişiler için hususi olarak bakanlar kurulundan kararname çıkıyordu. Nitekim Alman Yahudi’si profesörler üniversitelerin reformu için Türkiye’ye gelecekleri zaman her biri için ayrı ayrı kararname çıkarıldı.

Hamdullah Suphi Tanrıöver o yıllarda Bükreş büyükelçisi. Bakın 10 Şubat 1941 tarihli telgrafında yazdıkları neler:

Pasaportlarında sadece Türk vizesi olmadığı için buradan hareket edemeyip boğazlanan Yahudiler 36 kişidir. Aylardan beri sürünenlere yeni konsolosu bekleyin dedim. Acele emirlerinizi bekliyorum.”

1940 Eylülünde Yahudi Ajansı, Eliyahu Epstein’i Ankaraya gönderir. Eliyahu’nun çabaları neticesinde altı bin kadar Yahudi mültecinin geçişine izin verilir.

Ve nihayet 30 Ocak 1941 de lanet 1938 kararnamesi iptal edilerek yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre, “Türkiye’de kalamazsınız, ama eğer gideceğiniz ülkelerin vizeleri tamamsa nereye istiyorsanız gidebilmek için Türkiye’den geçebilirsiniz” deniyordu. Mültecilerin transit vize alabilmeleri için artık bakanlar kurulu kararı gerekmiyordu. Yetki dış işleri bakanlığına verilmişti. Eylül 1940 ile Mayıs 1941 arasındaki dokuz ayda dört bin mülteci Türkiye’den transit geçiş yaptı. 

Ancak 1941 Mayıs’ından sonra dış işleri bakanlığının duvarları yeniden aşılmaz oldu. Takip eden 27 ay süresince sadece 1500 mülteci geçiş yapabildi.

Bakın, Haziran 1942’de sahte vaftiz belgeleriyle Budapeşte’den vize alıp İstanbul’a gelebilen Francis Ofner, Yahudiler ‘in vize alabilmesinin imkânsızlığını şöyle anlatıyor:
“Ben bir Yahudi’yim ve Yahudiler Türk vizesi alamazlardı. Türk vizesini alabilmenin tek yolu başkonsolosu Yahudi olmadığınıza ikna etmekti. Bunun için en az üç kuşak geriye giderek Yahudi kanı taşımadığınızı kanıtlayacak belgelere sahip olmak gerekiyordu.”

Acaba Türkiye ve Dünya, Almanların Yahudilere neler yaptıklarını bilmiyorlar mıydı? Bal gibi biliyorlardı. Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin tarihi telgrafını aynen aktarıyorum.  3 Aralık 1941 tarihli bu mesaj toplu katliamları, soykırımı bütün dünyaya bildiren ilk resmi belgedir. İbretle okuyunuz lütfen:

“Cephe gerisinde hastabakıcılık yapan yüksek tabakaya mensup bir aile kadınından alınan malumata nazara, son zamanlarda gerek Lamperg’de gerek Kiyev’de bir milyona yakın Yahudi erkek katledilmiştir. Bunlar 20 ila 30 bin kişi olarak muayyen bir sahada teksif edilmekte ve etrafı çevrilerek imha edilmektedir. İmha ameliyelerini yapanların SS kıtaatı olduğu ve bu katl ameliyesine devam edeceği ifade edilmektedir.”

Sonuçta 1938 ile 1944 yılları arasında 12 bin mülteci Türkiye üzerinden transit geçebildi. Bunu yarısı da savaş şartlarının değiştiği 1944 baharından sonra geçiş yapabildi.

Peki, Türk Yahudileri, onlara ne oldu? Yalnız Fransa’da 13.500 Türk Yahudi’si vardı. Geçen hafta bu konuda yazdıklarımı hatırlarsanız bu insanları “muntazam” ve “gayrı muntazam” olarak ayırmışlardı. Bulundukları ülkede 5 sene konsolosluklara müracaat ederek kayıt olan Yahudiler “muntazam” kabul ediliyorlardı. Diğerleri “gayrı muntazam”  sayılıyorlardı. Gayrı muntazam Türkleri vatandaşlıktan çıkartmak tamamen konsolosların tasarrufundaydı ve bu Yahudiler için tamamen olumsuz olarak değerlendirildi.

Muntazam kabul edilen Türk Yahudileri 3.500 kişiydi. 10.000 Türk Yahudi’si ise gayrı muntazamdı. Neredeyse tüm Türk Yahudilerini sebepler icat edip vatandaşlıktan çıkardılar. Tümü vatansız durumuna düştü. Bu durum Almanları bile şaşırttı. Hâlbuki isterlerse hepsini kurtarabilirlerdi. Hiçbir mani yoktu. Sonuçta kamplara gönderildiler ve hepsi katledildi.


Şimdi sizlere İstanbul, İzmir, Ankara ve daha başka Türk şehirlerinde doğan, Türk Yahudilerinin en elit tabakasına mensup 1660 kişilik bir listenin linkini sunacağım. Bu linki muhakkak (icabında yardım alarak) açın. Açın ve okuyun…

Türk Hükümetinin vatandaşlıktan çıkarttığı için vatansız muamelesine tabi tutulan ve kamplara gönderilip öldürülen 1660 Türk Yahudi’sinin listesi bu… İsimleri, soy isimler, doğum yerleri, öldükleri kampın numarası ve ölüm yılı yazılı. Neredeyse tanımadığımız hiçbir aile yok.

Başka yazacak şey bulamıyorum. Sözün bittiği yer…

BİR DAHA   ASLA… ASLA… ASLA…

Evet, bütün bunlar gerçek, hepsi yaşandı, insanlık tarihinin en utanç dolu sayfaları böyle yazıldı. Acaba insanlık bundan ders aldı mı? Heyhat, hayır, aynen tekrar yaşanmakta…

21. yüzyılda Ortadoğu’da çıkan savaşlar ve özellikle Müslüman ülkelerdeki çok kötü yaşam koşulları milyonlarca göçmen oluşturdu. Avrupa’nın gelişmiş ülkeleri bu göçmenlere sırtlarını döndüler. Çeşitli bahanelerle bu zavallı insanlara yardım etmediler.  Göstermelik birkaç göçmeni ülkelerine kabul etmekten, ya da çok küçük miktarlarda parasal yardım yapmaktan öteye gitmediler. Aynı savaş yıllarında Yahudilere yaptıkları gibi bu insanlara sanki onlar bir hastalık gibiymiş gibi davrandılar. Binlerce göçmen göç yollarında hayatlarını kaybettiler, çoluk çocuk, genç yaşlı, kadın erkek. Binlercesi… Kimse yardım etmedi…





Bir ülke ve bir başkan hariç. Türkiye ve Başkan Erdoğan.

Erdoğan’ın özellikle Suriyeli göçmenleri, Türkiye’ye kabul etmesinin ve onlar için milyarlarca dolar harcamasının belki yalnızca kendisinin bildiği gizli sebepleri olabilir. Belki başka başka niyetleri vardır. Ne olursa olsun, az ya da çok, yeterli ya da yetersiz, Türkiye, yani başkan Erdoğan bu zavallı göçmenlere yardım elini uzatmıştır ve bu insanlık namına çok büyük bir güzelliktir. Helal olsun sana Türkiye, helal olsun sana Erdoğan…

Şimdi lütfen herkes, Yahudi’si, Müslümanı, Avrupalısı, Arap’ı, zengini fakiri, içinizdeki düşmanlıkları bırakıp saf insan olarak bir daha düşünün bu göçmenleri… Ve öyle değerlendirin bu 21. Yüzyılın trajedisini…

Aaron Baruch (Ankaralı)

KAYNAKÇA :
Toplumsal Tarih Mecmuası : 
Mayıs 2015: İkinci Dünya Savaşı Döneminde Fransa’daki Türk Yahudilerine ne oldu?
Kasım 2016: II. Dünya savaşı döneminde Türkiye ve Yahudi mülteciler sorunu
Sn. İzzet Bahar’a makaleleri için özel teşekkürlerimi sunuyorum