Değerli dostlarım,
Geçmişi deşmekte fayda yok. Ancak
ülkeler, milletler tarihleriyle yüzleşmelidirler. Geçmişle hesaplaşmadan
geleceği kurmak mümkün değil. Hiçbir gerçek gizli kalmaz. Hesaplar kapanmalı,
temiz sayfalar açılmalı…
Türkiye ve soykırım… Türkiye II. dünya savaşına
girmedi. Türk Yahudileri soykırımdan etkilenmedi… Öyle mi acaba? Üstelik Türk
diplomatlar Avrupa’da yaşayan binlerce Yahudi’yi Almanların elinden kurtardı.
Gerçekten mi?
Ben tarihçi değilim. Ama tarihi okuyan
birisiyim. Bilgi evrenseldir. Paylaşılmalıdır. Gerçeklerin daha geniş kitleler
tarafından öğrenilmesi için okuduklarımı, öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.
Türkiye II. dünya savaşı sırasında Avrupa ile Filistin arasında geçit olması dolayısıyla
çok kritik bir konumdaydı. Naziler 1933’de Almanya’da iktidara geldiklerinde,
çoğu doğu Avrupa’da olmak üzere, tam dokuz milyon Yahudi yaşıyordu. Her üç
Yahudi’den ikisi, Almanların uyguladığı soykırım neticesinde öldü. ÖLDÜRÜLDÜ…
Acımasızca… Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, fark etmiyordu. Tek suçları YAHUDİ
olmaktı.
Bu yazımda sizlere, doğu Avrupa’da kapana
kısılmış bulunan Yahudiler ’in kaçmak için nasıl çabaladıklarını ve tek çıkış
yolları olan Türkiye’nin nasıl bir politika izlediğini anlatmaya çalışacağım.
Yahudiler, Avrupa’dan kaçmak ve
gidebilecekleri tek yer olan Filistin’e gitmek istiyorlardı. Tek umut,
kurulabileceğini düşündükleri İsrael devletiydi. Bu ümitle Türkiye üzerinden
kutsal topraklara gitmek istiyorlardı. Can havliyle…
Özellikle İtalya, Almanların yanında
savaşa katılınca Akdeniz Yahudilere kapandı. Esasında Doğu Avrupa’dan en
mantıklı çıkış yolu uluslararası bir suyolu olan Tuna nehri idi. Bu nehir
kullanılarak Karadeniz’e ulaşmak mümkündü.
Daha sonra boğazlar yolu ile Ege Denizine ve nihayet Filistin’e ulaşmak imkân
dâhilindeydi. Boğazlar, Montrö anlaşması ile uluslararası bir suyolu konumundaydı.
Dolayısıyla sorun olmazdı. Vize filan gerekmiyordu. Nitekim
25.000 Yahudi mülteci, Kasım 1938’den itibaren 38 gemi ile bu yolu kullanıp
kaçarak Almanların elinden kurtulabildi. Fakat 1942 Şubatında STRUMA felaketi
yaşandı. 1944 Nisanına kadar bu yol bir daha kullanılmadı. Yani kullanılamadı. 1944
yılının Ağustos ayında deniz yolu yeniden devreye girdi. Türk bandıralı Morina, Bülbül ve Mefkûre gemileri
Bulgaristan’ın Köstence Limanından Yahudi mültecilerle dolu olarak hareket
ettiler. Ancak Mefkûre bir denizaltı tarafından batırıldı. 372 kişi öldü.
Deniz yolu kullanılamadığına göre geriye
tek yol kalmıştı. Kara yolu ile Türkiye üzerinden transit olarak Filistin’e
veya başka bir ülkeye gidebilmek. Bu da mümkün gözükmüyordu. Çok zordu, çünkü
Türkiye vize vermiyordu. Kapan kapanmıştı.
Şimdi biraz geriye giderek Türkiye’nin,
Yahudi mültecilere bakışını gözler önüne sermeye çalışalım. Türkiye’nin bu konuda
tutumu açık ve netti. Uzun söze gerek yok. Türkiye “buradan geçemezsiniz”
diyordu. Türk dışişleri bakanlığının 29 Ağustos 1938 tarihli 2/9498 sayılı
“mahrem” kaydı ile bütün konsolosluklarına gönderdiği kararname ile Avrupa’da
yaşayan Yahudilere Türkiye’nin kapıları sıkı sıkıya kapatılıyordu.
“…Almanya, Macaristan, Romanya… Tabiiyetindeki
Yahudilere katiyen vize verilmemesi…”
Yahudiler size ne yaptı ki… Sadece
bıraksaydınız da kaçabilselerdi… Transit olarak geçip Filistin’e gitmek
istiyorlardı, hepsi bu… Neden, neden bırakmadınız? Vize verseydiniz belki
binlerce insanın hayatı kurtulacaktı. Hepsi öldüler… Mutlu musunuz bari şimdi? Bir de sizi Almanlardan kurtardık demezler mi?
1938 kararnamesi o kadar kesindi ki, bir
tek kişiye dahi vize verilmiyordu. Ancak çok özel kişiler için hususi olarak
bakanlar kurulundan kararname çıkıyordu. Nitekim Alman Yahudi’si profesörler üniversitelerin
reformu için Türkiye’ye gelecekleri zaman her biri için ayrı ayrı kararname
çıkarıldı.
Hamdullah Suphi Tanrıöver o yıllarda
Bükreş büyükelçisi. Bakın 10 Şubat 1941 tarihli telgrafında yazdıkları neler:
“Pasaportlarında sadece Türk vizesi
olmadığı için buradan hareket edemeyip boğazlanan Yahudiler 36 kişidir. Aylardan
beri sürünenlere yeni konsolosu bekleyin dedim. Acele emirlerinizi bekliyorum.”
1940 Eylülünde Yahudi Ajansı, Eliyahu Epstein’i
Ankara’ya gönderir. Eliyahu’nun çabaları neticesinde altı bin kadar Yahudi
mültecinin geçişine izin verilir.
Ve nihayet 30 Ocak 1941 de lanet 1938
kararnamesi iptal edilerek yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre,
“Türkiye’de kalamazsınız, ama eğer gideceğiniz ülkelerin vizeleri tamamsa
nereye istiyorsanız gidebilmek için Türkiye’den geçebilirsiniz” deniyordu.
Mültecilerin transit vize alabilmeleri için artık bakanlar kurulu kararı gerekmiyordu.
Yetki dışişleri bakanlığına verilmişti. Eylül 1940 ile Mayıs 1941 arasındaki
dokuz ayda dört bin mülteci Türkiye’den transit geçiş yaptı. Ancak 1941 Mayıs’ından sonra dışişleri bakanlığının
duvarları yeniden aşılmaz oldu. Takip eden 27 ay süresince sadece 1500 mülteci
geçiş yapabildi.
Bakın, Haziran 1942’de sahte vaftiz
belgeleriyle Budapeşte’den vize alıp İstanbul’a gelebilen Francis Ofner, Yahudiler
‘in vize alabilmesinin imkânsızlığını şöyle anlatıyor:
“Ben bir Yahudi’yim ve Yahudiler Türk
vizesi alamazlardı. Türk vizesini alabilmenin tek yolu başkonsolosu Yahudi
olmadığınıza ikna etmekti. Bunun için en az üç kuşak geriye giderek Yahudi kanı
taşımadığınızı kanıtlayacak belgelere sahip olmak gerekiyordu.”
Acaba Türkiye ve Dünya, Almanların
Yahudilere neler yaptıklarını bilmiyorlar mıydı? Bal gibi biliyorlardı. Berlin
Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin tarihi telgrafını aynen aktarıyorum. 3 Aralık 1941 tarihli bu mesaj, toplu
katliamları, soykırımı bütün dünyaya bildiren ilk resmi belgedir. İbretle
okuyunuz lütfen:
“Cephe gerisinde hastabakıcılık yapan
yüksek tabakaya mensup bir aile kadınından alınan malumata nazara, son
zamanlarda gerek Lamperg’de gerek Kiyev’de bir milyona yakın Yahudi erkek katledilmiştir.
Bunlar 20 ila 30 bin kişi olarak muayyen bir sahada teksif edilmekte ve etrafı
çevrilerek imha edilmektedir. İmha ameliyelerini yapanların SS kıtaatı olduğu
ve bu katl ameliyesine devam edeceği ifade edilmektedir.”
Sonuçta 1938 ile 1944 yılları arasında 12
bin mülteci Türkiye üzerinden transit geçebildi. Bunu yarısı da savaş
şartlarının değiştiği 1944 baharından sonra geçiş yapabildi.
Türkiye yabancı
uyruklulara vize vermiyordu, Türk vatandaşlarına veriyor muydu? Veriyordu ama sadece “muntazam Türk
vatandaşlarına.” Peki, bu “muntazam vatandaşlık” ne demekti? Bu sorunun cevabını 4 Haziran 1928
tarihli resmi gazetede yer alan vatandaşlık kanununda görüyoruz. Buna göre beş
seneden fazla sürede kendisini tescil ettirmeyen kişiler isterlerse
vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada kilit sözcük “isterse.” Çok sayıda veri bu maddenin en olumsuz
şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık konumundaki Yahudilerin
korunmadığını gösteriyor. Muntazam vatandaşlık için “vatandaşlık
ilmühaberi” gerekiyordu. Vatandaşlık
ilmühaberi 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında
yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara
vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Savaş yıllarında konsolosluklar
bu belgeyi vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu evrakları kanunsuz
yollardan temin etmek zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları
arasında 3.500 Türkiye Yahudi’sini “Kurtuluş
Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır konsolosluğa
uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.
Fransa’daki muntazam kabul edilen Türk
Yahudileri yaklaşık 3.500 kişiydi. 10.000 Türk Yahudi’si ise gayrı muntazamdı.
Muntazam olanların da neredeyse tümünü muhtelif sebepler icat edip
vatandaşlıktan çıkardılar ve onları vatansız durumuna düşürdüler. Bu durum
Almanları bile şaşırttı. Hâlbuki isterlerse hepsini kurtarabilirlerdi. Hiçbir
mani yoktu. Sonuçta kamplara gönderildiler ve hepsi katledildi.
1990’larda Türkiye her fırsatta Türk
diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi
Holocaust’tan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım
iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl
vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam,
bir propaganda malzemesi miydi? Hangi diplomatlar hangi efsanelerin kahramanı
olmuşu?
Bu konuda erişebildiğim bilgiler
aşağıdaki satırlarda şimdi sizlerle buluşacak. Onları öldüren Almanlar
kadar, ölümden kurtarmayan, ölüm
kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün
devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiç biriniz masum değilsiniz…
Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:
Behiç Erkin : 1939 yılında Pariste Büyükelçi olarak
göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı
başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek
hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.
17 Haziran 1942 de
Almanlar tutuklu 150 Türk Yahudi’sinin akıbetini Fransa’daki Türk
konsolosluğuna sorar. Konsolosluk “bu kişiler Türkiye vatandaşı değil”
deyince hepsini toplama kampına gönderir. Ve orada öldürüldüler…
Dahası, Fransa’daki Türk
Konsolosluğu, Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli
3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece
114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının
bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin
değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde-
gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken
kurtarılmayan ya diğerleri?
Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet
Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene
yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen,
maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi
acaba?
Necdet Kent’in bu
olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile
herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle
anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan
Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir “eleman” olması şüpheleri
daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar
konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint
Charles’tan hiçbir zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını
tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini söylemektedir.
Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit ve belge bulunamaz. Olayı Necdet
Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan
öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet
Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup yazdığını
söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak
mümkün olmamıştı. Bu olayı yaşadığı söylenen Yahudilerden de hiçbir şahit
yoktur.
Araştırmacı Corrina
Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım
Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst
İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı
çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile
bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için
madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini
okurun takdirine bırakıyorum.
Selahattin Ülkümen : Alman işgalinden sonra Korfu adasındaki
Yunan ve Türk Yahudileri, ölüm kamplarına gönderildi; ama Rodos
Adası’nda Türkiye başkonsolosluğu görevi yapan Selahattin Ülkümen, yaklaşık
1700 kişilik Yahudi toplumundan 42 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Temmuz 1944’te, Gestapo adadaki
bütün Yahudilerin üslerinde toplanmasını istedi. Neden olarak onların geçici
bir süre için daha küçük bir adaya gönderileceklerini söylediler ama
gerçekte Auschwitz’deki gaz odalarına gönderileceklerdi.
Ülkümen Alman karargâhına gider ve General Kleeman’a
Türkiye’nin savaşta tarafsız olduğunu hatırlattır. Sadece Türk Yahudilerinin ve
eşlerinin ki birçoğu İtalyan ve Yunandı, serbest bırakılmalarını ister. Önce bu
isteği kabul etmeyen Kleeman, Nazi kanunlarına göre “Yahudi Yahudi’dir ve
hepsinin toplama kampına gitmesi gerekmektedir” cevabını verir. Ülkümen ise
cevap olarak; “Türk kanunlarına göre ise bütün vatandaşlar eşittir. Biz
vatandaşları dini farklılıklarına göre ayırmıyoruz” der. Ülkümen ayrıca
Yahudilerin bırakılmaması durumunda Türk hükümetine durumu bildireceğini ve
bununda uluslararası bir kriz doğuracağını belirtir ve böylece Kleeman Yahudiler’in
serbest bırakmaya mecbur kalır.
Rodos Başkonsolosu Ülkümen'in tutumu, Nazilerde intikam
duygusu uyandırmıştı. Savaşın sonlarına doğru Türkiye müttefiklerin
yanına yer alıp Alman ittifakına savaş ilan eder etmez, Almanya Rodos’taki Türk
konsolosluğunu bombaladı. Bombardıman, Ülkümen’in hamile eşi Mihrinnisa Hanım
ile iki görevlinin hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Mihrinnisa Hanım,
ölmeden önce sağlıklı olarak bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Selahattin
Bey’in tek çocuğu Mehmet böylece dünyaya geldi. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi
yönetimi tarafından Rodos’tan sınır dışı edildi. Savaşın geri kalanında Pire'de
tutuklu kaldı.
Selahattin Ülkümen, 1945’te Almanların teslim olmasından
sonra Türkiye’ye dönebildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomatik kariyerine
devam etti. Beyrut ve Kahire’de başkonsolosluk, CENTO’ da Genel Sekreter
Yardımcılığı yaptı. 1979 yılında emekli olduktan sonra yaşamını İstanbul’da
sürdürdü.
Ülkümen, Rodos Başkonsolosluğu sırasındaki
kahramanlığından ve fedakârlığından ötürü 13 Aralık 1989’da İsrail Devleti'nin Naziler tarafından Holokost’a
maruz kalan Yahudileri kurtaran Yahudi olmayanlara verdiği Uluslararası
Dürüstler onursal
unvanına layık görülmüştür. Bu ödülü alan ilk Müslüman'dır.
Nebil Fuat Ertok:
2009’da
hayata veda eden Becky Behar ömrünün en uzun bölümünü Türk konsolosu Nebil Fuat
Ertok’a borçludur. Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu.
Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir
otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı. Temmuz 1943’te, Mussolini’nin
görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir
SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim
yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi. Becky Behar henüz 12 yaşında bir
çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı
saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte
Milano’dan ayrıldık. Milano’daki evimizi Türk Konsolosuna emanet etmiştik.
Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk. 15
Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar
tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı. Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler,
hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık.
Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz
bir aradaydık. Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için
geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini
hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya
dua edin”.
Çok genç bir Alman bize yemek
getiriyordu. Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun
gözlerindeki nefreti görmüştüm. Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler
evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda
çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar
konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile bağrışıyorlardı. Bir
süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son derece
gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli tarafından
durumdan haberdar edilmişti. Ertok derhal Baveno komutanlığına gitmiş. Orada yumruğunu masaya vurmuş
ve şunu söylemiş:
“Türkiye savaşta olmadığı için
hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz
çıkartırım.”
“Böylece o odadan kurtulduk, ben,
kardeşlerim, annem ve babam."
İki gün sonra
otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi. Cesetleri
yıllar sonra gölde bulundu. Ertok ayrıca, 1944 yılında da Milano da tutuklanan
iki Türk Yahudi’sinin serbest bırakılmalarını sağladı.
Ama şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği “aktif
tarafsızlık” politikası, ciddi bir
Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir. Türkiye iddia edildiği gibi değil
binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci politikaları ile binlercesinin
ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek çok ülkenin benzer şekilde
davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha fazla utanmasına gerek yoktur.
Amerikalılar ya da İngilizler farklı mı
davrandı? Hangisi Yahudi göçmenlerini kabul etti? Kamplar bilinmiyor muydu? Her
kes biliyordu. Kimse kılını kıpırdatmadı.
Sadece
savaşın son üç ayında, kamplara giden demiryolları bombalansaydı belki bir
milyon Yahudi kurtulacaktı. Ancak müttefik kuvvetler stratejik değil diye bunu
bile yapmadılar.
Sözün
bittiği yer…
Bugün dünyadaki Yahudilerin bir devleti
var. İSRAEL. Onları koruyan çok güçlü bir devlet. Bir daha ASLA biz
Yahudileri kimse artık koyun gibi boğazlayamaz. Bütün Yahudiler bu devletin
kıymetini bilmeli ve onun bekası için ellerinden geleni yapmalı…
BİR DAHA ASLA... ASLA... ASLA...
Aaron Baruch (Ankaralı)
KAYNAKÇA :
Toplumsal Tarih Mecmuası :
Mayıs 2015: İkinci Dünya Savaşı Döneminde
Fransa’daki Türk Yahudilerine ne oldu?
Kasım 2016: II. Dünya savaşı döneminde
Türkiye ve Yahudi mülteciler sorunu
Sn. İzzet Bahar’a makaleleri için özel
teşekkürlerimi sunuyorum.
CORRY
GUTTSTADT YAZDI Holokost’u
Yaşayan Türkiyeli Yahudiler
Ayşe Hür
– Türk Shindler efsaneleri :
VIKIPEDIA