11 Temmuz 2020 Cumartesi

UNUTAMADIĞIM LEZZETLER…





O

90’lı yıllarda İstanbul’da dekoratörlük yapıyordum. Piyasadan tanıdığım birkaç muteber tüccar, Kabataş’ta tam deniz otobüsleri iskelesinin karşısında bulunan Koçarslan İş hanın dördüncü katında yeni yapılacak bir ofis için teklif vermemi istediler. Gittim baktım, bir proje hazırladım ve teklifi sundum. Belki başka dekoratörlerden de teklif almışlardı, bilemiyorum ama neticede benim projemi beğendiler ve kabul ettiler.

İşe süratle başladım, çünkü zamana karşı da bir yarış vardı. Ofisi bir an önce bitirmeliydim. Öğlenleri biraz ilerideki sokakta bulunan bol kepçe lokantasına gidiyor, çok lezzetli pişirdikleri sevdiğim yemeklerle karnımı doyuruyordum. Ancak bol kepçe lokantasına varmadan sokağın baş tarafında bir iki basamak inilerek içeri girilebilen bir lokanta daha vardı. Dikkat edince tabelasını fark ettim. İstiridye Balık Lokantası… Yani Kabataş’ta, sokak içinde balık lokantası, ne olabilirdi ki? Ancak her geçtiğimde kapıda sıra bekleşen insanları gördükçe merakım artıyordu.

Sonunda bir gün merakımı yenemeyip girdim, içeride sadece beş altı masa vardı. Saat geç olduğu için herhâlde kolaylıkla boş bir yer bulup oturdum. Bir tek garson vardı. Biraz sonra yanıma geldi, asık bir suratla ben daha hiçbir şey söylemeden:

-Yalnız sarıkanat kaldı, yer misin? Diye sordu.
-Getir bakalım.
-Salata?
-Olur.

Çok geçmeden ızgara yapılmış iki sarıkanat geldi. Yanına iki yaprak roka vardı. Bir de iki iri dilim ızgara yapılmış domates. Balık inanılmaz lezzetliydi. Ve elbette çok ama çok taze. Rokalar muhteşem olmasına muhteşemdi ya, esas mesele domatesteydi. Izgaraya atılmış üzerine de yağ bırakılmış çok lezzetli Çanakkale domatesleriydi. Geç vakit olduğu için çok acıkmıştım da onun için mi her şey bana çok lezzetli geliyordu, yoksa gerçekten de süper bir öğlen yemeği yemiştim bilemedim. Çok memnun kalmıştım.

Birkaç gün sonra tekrar gittim İstiridye’ye. İçerisi tamamen dolu, neyse sonunda boşalan bir yere oturdum. Etrafıma bakıyorum, kravatlı beyefendiler, çok şık hanımlar, sanırsın ki Bebek’te lüks bir restorandasın. Bu arada asık suratlı garsona seslenirlerken duydum, adı Yılmaz’mış.

-Yılmaz, bir baksan…
-Bekle, geliyorum

Biraz bekledikten sonra geldi. Daha ben ağzımı açmadan:

-Çorba var, içer misin?
-Getir bakalım…
-Sonra dil şiş vereceğim.
-Tamam, salata da getir.

Yüzüme ters ters baktı. Sanki “salat istediğini ben bilmiyorum muyum” der gibilerde. Önce çorba geldi. Balık çorbası. Arkadaşlar, ben Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde de bu çorbayı çok  içtim, İzmir Esnaf Lokantasında da. Kendim de pişiririm. Ancak bu başka bir şeydi. Kıvamlı, tanesi bol, süper lezzetliydi. İçinde yüzen ufak ufak havuç rendeyi görüyordum, kereviz yaprağının kokusuna eşlik eden defne yaprağının rayihası muhteşem bir ikili oluşturmuşlardı. Ne diyeyim, insanı keyfe gark ediyordu. Daha bu lezzet fırtınasını yeni bitirmiştim ki, Yılmaz önüme dil şişi ile birlikte salatayı bıraktı. Yok böyle bir şey… İnanılmaz bir şiş yemekteydim.

-Yılmaz…
-Evet
-Oğlum, domates ızgaralar nerede, keşke balığın yanına koysaydın bir iki dilim.
-Izgara dolu, talihine küs…

Bu arada içeriye her gelen neredeyse daha yerine oturmadan Yılmaz’a “palamut şiş kaldı mı?” diye soruyor. O da “bu saate kalır mı” diye ters ters cevap veriyordu.

-Yılmaz, baksana bir dakika.
-Buyur?
-Neymiş bu palamut şiş, her kes onu soruyor?
-Mevsimi ya abi, pek güzel olur.
-Yarına bana ayır, muhakkak geleceğim.
-Erken gel…  

Ertesi gün gerçekten sabahtan kafama koydum, işimi gücümü ayarladım, erkenden gittim.

-Erken gel dedin, geldim, hadi getir bakalım şu palamut şişten, yanına ızgara domates koymazsan hır çıkar bak ona göre…

Nasıl olduysa hafifçe bir sırttı. Ben ne ondan evvel nede ondan sonra böyle bir balık yemedim. Yanımda pek çok insanı oraya götürdüm. Bu hepimizim ortak fikridir. Lezzetin, balığın doruğuydu. Zirve, yok bunu anlatmak mümkün değil. Ağızda dağılan, o nefis kokusu damağa yayılan, kıvamında ızgara edilmiş, kurumamış, mühürlenmiş müthiş bir palamut şiş yemekteydim. Şiş parçaları bayağı iri iri parçalardı, cömertçe kesilmişler, araya biber, domates parçaları sıkıştırılmışlardı. Tabağı silip süpürtmüştüm ki Yılmaz önüme bir küçük tabak irmik helvası koydu.

-Bu ne lan, insanları lezzetten öldürüp sonra helvasını mı dağıtıyorsun?
-Balıktan sonra tatlı yemezsen yediğin balık canlı kalır. Tatlı ye ki ölsün.
-Eyvallah…

Bir gün dekorasyonunu yaptığım ofiste bir şeyler ters gitti. Canım çok sıkılmıştı. Kendimi Yılmaz’ın lokantasına attım.

-Ne o abi, bugün suratın sirke satıyor.
-Bu günde benim kafam bozuk, olamaz mı yani?
-Tamam, tamam, bozulma, ne yiyeceksin?
-Ne soruyorsun, sanki benim dediğimi mi getiriyorsun? Ne varsa getir işte bir şey…

Biraz sonra geldi. Elinde de yarım bardak bir su.

-Bu ne oğlum?
-İlaç…

Bardağı elime alınca anladım. Rakı vermişti bana. Su buz koymadan çaktırmadan içtim. Çok da iyi gelmişti…

Bir seferinde bana yavru bir kalkan verdi. O kadar beğenmiştim ki sordum Yılmaz’a:

-Yahu Yılmaz, burası geceleri kapalı, biliyorum, ama özel bir gece yapamaz mıyız?
-Kaç kişi?
-Ne bileyim, 10-15 kişi olur herhalde.
-Herkese yavru kalkan ve salata, uyar mı?
-Uyar. Ama ızgara domates de isteriz.
-Tamam, ayarla haber ver, yapalım.  

Bir kaç gün sonra gerçekten de öyle bir gece tertip ettik. Ben unutmadım, sanırım diğer gelenlerde unutamadıkları bir lezzet şovu yaşamışlardır. Sonraki yıllar Sarıyer’de Kahraman diye bir restoranda da yavru kalkan yemek çok moda olmuştu. Fahiş fiyatına rağmen İstiridye’de yediğim kalkanın eline su dökemezdi.

Dün akşam Yaradan eksikliğini göstermesi, soframızda balık vardı, bunları hatırladım, paylaşmak istedim.

Esen kalın…

Aaron Baruch (Ankaralı)

Bu yazım, o anlatmaya çalıştığım Yavru Kalkan gecesinde masamızı onurlandıran Rahmetli Robert Sezer Abimin hatırasına gitsin…

1 yorum:

  1. Muthis bir yaziydi.inanilmaz sahici.sizi gonulden kutluyorum.Robert Sezer mukemmel bir insandi.huzurla uyusun...

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.