O
90’lı yıllarda İstanbul’da dekoratörlük
yapıyordum. Piyasadan tanıdığım birkaç muteber tüccar, Kabataş’ta tam deniz
otobüsleri iskelesinin karşısında bulunan Koçarslan İş hanın dördüncü katında
yeni yapılacak bir ofis için teklif vermemi istediler. Gittim baktım, bir proje
hazırladım ve teklifi sundum. Belki başka dekoratörlerden de teklif almışlardı,
bilemiyorum ama neticede benim projemi beğendiler ve kabul ettiler.
İşe süratle başladım, çünkü zamana karşı da
bir yarış vardı. Ofisi bir an önce bitirmeliydim. Öğlenleri biraz ilerideki sokakta
bulunan bol kepçe lokantasına gidiyor, çok lezzetli pişirdikleri sevdiğim
yemeklerle karnımı doyuruyordum. Ancak bol kepçe lokantasına varmadan sokağın
baş tarafında bir iki basamak inilerek içeri girilebilen bir lokanta daha
vardı. Dikkat edince tabelasını fark ettim. İstiridye Balık Lokantası… Yani
Kabataş’ta, sokak içinde balık lokantası, ne olabilirdi ki? Ancak her geçtiğimde
kapıda sıra bekleşen insanları gördükçe merakım artıyordu.
Sonunda bir gün merakımı yenemeyip girdim, içeride sadece
beş altı masa vardı. Saat geç olduğu için herhâlde kolaylıkla boş bir yer bulup oturdum.
Bir tek garson vardı. Biraz sonra yanıma geldi, asık bir suratla ben daha hiçbir
şey söylemeden:
-Yalnız sarıkanat
kaldı, yer misin? Diye sordu.
-Getir
bakalım.
-Salata?
-Olur.
Çok geçmeden ızgara yapılmış iki
sarıkanat geldi. Yanına iki yaprak roka vardı. Bir de iki iri dilim ızgara yapılmış
domates. Balık inanılmaz lezzetliydi. Ve elbette çok ama çok taze. Rokalar
muhteşem olmasına muhteşemdi ya, esas mesele domatesteydi. Izgaraya atılmış
üzerine de yağ bırakılmış çok lezzetli Çanakkale domatesleriydi. Geç vakit
olduğu için çok acıkmıştım da onun için mi her şey bana çok lezzetli geliyordu,
yoksa gerçekten de süper bir öğlen yemeği yemiştim bilemedim. Çok memnun
kalmıştım.
Birkaç gün sonra tekrar gittim İstiridye’ye.
İçerisi tamamen dolu, neyse sonunda boşalan bir yere oturdum. Etrafıma bakıyorum,
kravatlı beyefendiler, çok şık hanımlar, sanırsın ki Bebek’te lüks bir restorandasın.
Bu arada asık suratlı garsona seslenirlerken duydum, adı Yılmaz’mış.
-Yılmaz,
bir baksan…
-Bekle, geliyorum…
Biraz bekledikten sonra geldi. Daha ben
ağzımı açmadan:
-Çorba
var, içer misin?
-Getir
bakalım…
-Sonra
dil şiş vereceğim.
-Tamam, salata da getir.
Yüzüme ters ters baktı. Sanki “salat
istediğini ben bilmiyorum muyum” der gibilerde. Önce çorba geldi. Balık
çorbası. Arkadaşlar, ben Kumkapı’da Kör Agop’un meyhanesinde de bu çorbayı çok içtim, İzmir Esnaf Lokantasında da. Kendim de
pişiririm. Ancak bu başka bir şeydi. Kıvamlı, tanesi bol, süper lezzetliydi.
İçinde yüzen ufak ufak havuç rendeyi görüyordum, kereviz yaprağının kokusuna
eşlik eden defne yaprağının rayihası muhteşem bir ikili oluşturmuşlardı. Ne
diyeyim, insanı keyfe gark ediyordu. Daha bu lezzet fırtınasını yeni bitirmiştim
ki, Yılmaz önüme dil şişi ile birlikte salatayı bıraktı. Yok böyle bir şey… İnanılmaz
bir şiş yemekteydim.
-Yılmaz…
-Evet
-Oğlum,
domates ızgaralar nerede, keşke balığın yanına koysaydın bir iki dilim.
-Izgara dolu, talihine küs…
Bu arada içeriye her gelen neredeyse daha
yerine oturmadan Yılmaz’a “palamut şiş kaldı mı?” diye soruyor. O
da “bu saate kalır mı” diye ters ters cevap veriyordu.
-Yılmaz,
baksana bir dakika.
-Buyur?
-Neymiş
bu palamut şiş, her kes onu soruyor?
-Mevsimi
ya abi, pek güzel olur.
-Yarına
bana ayır, muhakkak geleceğim.
-Erken gel…
Ertesi gün gerçekten sabahtan kafama
koydum, işimi gücümü ayarladım, erkenden gittim.
-Erken gel dedin, geldim, hadi getir
bakalım şu palamut şişten, yanına ızgara domates koymazsan hır çıkar bak ona
göre…
Nasıl olduysa hafifçe bir sırttı. Ben ne
ondan evvel nede ondan sonra böyle bir balık yemedim. Yanımda pek çok insanı
oraya götürdüm. Bu hepimizim ortak fikridir. Lezzetin, balığın doruğuydu.
Zirve, yok bunu anlatmak mümkün değil. Ağızda dağılan, o nefis kokusu damağa
yayılan, kıvamında ızgara edilmiş, kurumamış, mühürlenmiş müthiş bir palamut
şiş yemekteydim. Şiş parçaları bayağı iri iri parçalardı, cömertçe kesilmişler,
araya biber, domates parçaları sıkıştırılmışlardı. Tabağı silip süpürtmüştüm ki
Yılmaz önüme bir küçük tabak irmik helvası koydu.
-Bu ne
lan, insanları lezzetten öldürüp sonra helvasını mı dağıtıyorsun?
-Balıktan
sonra tatlı yemezsen yediğin balık canlı kalır. Tatlı ye ki ölsün.
-Eyvallah…
Bir gün dekorasyonunu yaptığım ofiste bir
şeyler ters gitti. Canım çok sıkılmıştı. Kendimi Yılmaz’ın lokantasına attım.
-Ne o
abi, bugün suratın sirke satıyor.
-Bu günde
benim kafam bozuk, olamaz mı yani?
-Tamam,
tamam, bozulma, ne yiyeceksin?
-Ne soruyorsun, sanki benim dediğimi mi
getiriyorsun? Ne varsa getir işte bir şey…
Biraz sonra geldi. Elinde de yarım bardak
bir su.
-Bu ne
oğlum?
-İlaç…
Bardağı elime alınca anladım. Rakı
vermişti bana. Su buz koymadan çaktırmadan içtim. Çok da iyi gelmişti…
Bir seferinde bana yavru bir kalkan
verdi. O kadar beğenmiştim ki sordum Yılmaz’a:
-Yahu
Yılmaz, burası geceleri kapalı, biliyorum, ama özel bir gece yapamaz mıyız?
-Kaç
kişi?
-Ne
bileyim, 10-15 kişi olur herhalde.
-Herkese
yavru kalkan ve salata, uyar mı?
-Uyar.
Ama ızgara domates de isteriz.
-Tamam, ayarla haber ver, yapalım.
Bir kaç gün sonra gerçekten de öyle bir
gece tertip ettik. Ben unutmadım, sanırım diğer gelenlerde unutamadıkları bir
lezzet şovu yaşamışlardır. Sonraki yıllar Sarıyer’de Kahraman diye bir
restoranda da yavru kalkan yemek çok moda olmuştu. Fahiş fiyatına rağmen İstiridye’de
yediğim kalkanın eline su dökemezdi.
Dün akşam Yaradan eksikliğini göstermesi,
soframızda balık vardı, bunları hatırladım, paylaşmak istedim.
Esen kalın…
Aaron Baruch (Ankaralı)
Bu yazım, o anlatmaya çalıştığım Yavru
Kalkan gecesinde masamızı onurlandıran Rahmetli Robert Sezer Abimin hatırasına
gitsin…
Muthis bir yaziydi.inanilmaz sahici.sizi gonulden kutluyorum.Robert Sezer mukemmel bir insandi.huzurla uyusun...
YanıtlaSil