23 Şubat 2019 Cumartesi

GELİŞEN İSRAEL











Tel Aviv’den kuzeye doğru giderken Netanya’ya sekiz km. kala Poleg çıkışı var. Ben, bu çıkıştan geçerek ilk defa 2008 yılında Poleg’e geldim. Burası Türkiye’nin Marmaris’i, Alanya’sı gibi tam bir sahil kenti. Tabii çok daha küçük. Plaj (Netanya Beach) çok yakında, hemen çıkıştan birkaç kilometre sonra ulaşıyorsunuz. Poleg, plaja inen yolun sol tarafına konumlanmış. Arka planda 10-15 katlı apartmanlar, önde sahil tarafında ise 2-3 katlı villalar yapmışlar. Apartmanlardaki dairelerin çoğu deniz görüyor. Bunlar 2000’li yılların başlarında yapılmış. Pek çok Türk Yahudisi’de buralardan ev almışlar. O zamanlar, 200 bin, ya da 250 bin dolara satılmış bu evler.

Buralara ilk geldiğimde, sahile inen yol genişletilmekte ve çift yol (Ehud Manor) haline getirilmekteydi. Ortada gayet geniş bir alan bırakılmıştı. Demin sahil yolunun sol tarafı Poleg dedim ya, işte 2007’den sonra bu sefer yolun sağ tarafını imara açmışlar ve oraya da İR YAMİM, yani deniz şehri demişler. Polog’e ilk geldiğimde bir Amerikan firması (Villa Sky)  bu yeni semtte yapacağı yedi binanın birincisine başlamıştı ve o da henüz dördüncü kata kadar yükselmişti.

2011 de İsrael’e göç ettiğimde binaların altısı bitmişti. Yedincisi de bitmek üzereydi. Biz de bunlardan birisine taşındık. İr Yamim’de en küçük bina 25 katlı, 40 katlı olanlarda var. 8 senede bu semtte 70’e yakın böyle dev yapı yükseldi. Sahile inen yol çoktan bitti, ortadaki alan çiçeklerle, ışıklı havuzlarla bezendi. Döner kavşaklarda ünlü sanatçıların heykelleri bulunuyor.  Her taraf ağaçlandırıldı, koşu, yürüyüş ve bisiklet yolları yapıldı. Bir sürü de park var. Hatta çocuklar için bir survavior parkı bile var. Yok artık diyeceksiniz ama inanın, bir de köpekler koşsun, oynasın diye onlara da bir park yapmışlar. Havuzlu, akarsuların bile bulunduğu, çiçeklerle böceklerle bezeli parklar bunlar, halk da çok rağbet ediyor.

Tam sahile dönülen kavşakta çok merkezi bir konumda, içinde uluslararası tanınmış mağazaların mevcut olduğu Kanyon İr Yamim (AVM) var.   Çok güzel bir alış veriş merkezi. Şimdilerde İr Yamim’in kocaman dev binalarının tam ortasına, içinde restoranların, yiyecek mağazalarının ve belki de sinemaların filan olacağı çok güzel bir eğlence merkezi yapılıyor. Öyle kanyon filan değil, bir ya da iki katlı, genişlemesine yayılmış harika bir mekân, bitiğinde çok güzel bir gezinti ve eğlence yeri olacağını düşünüyorum.   

Bu binaların neredeyse hepsinde GYM salonları, kimisinde sauna,  kapalı otoparklar, şahane giriş lobileri var. Binaların bahçeleri tam bir peyisaj harikası ve bazılarının altında yüzme havuzları da var. Trafik de  çok iyi planlanmış, aykırı park eden bir araba bulamazsınız. Gideceğiniz her yerde de bedava park yeri mevcut.  

Çoğunlukla binaların her katında dört daire bulunuyor. Küçük bir hesapla bu gün İr Yamim’de 8 ya da 9 bin konut olduğunu hesaplayabilirsiniz. Bu dairelerin ortalama fiyatı 800 ya da 850 bin dolar. Değinmek istediğim konu bu evlerin yüksek sayıda alıcı bulması. Yoksa bu kadar kısa zamanda bu kadar çok konut yapılabilir miydi? Satılmasa yaparlar mı? Bu yalnız Poleg’e ya da İr Yamim’e mahsus değil, başka yerlerde de benzeri durumlar var. Aynı İr Yamim’de olduğu gibi bize yürüyüş mesafesi 25 ya da 30 dakika ileride Agamim denilen yepyeni bir semtte de 2-3 sene evvel aynı yapılaşma başladı. Ara, daire yok. Yalnız buralarda değil, İsrael’in diğer şehirlerinde, Bat Yam’da, Holon’da, Rişon’da da durum aynı. Yapılıyor ve alıcı buluyor. O yüzden İsrael’de daire fiyatları ne yazık ki bu yüksek talep doğrultusunda uçtu gitti.

Siz esas bir de Tel Aviv’in merkezini görün. Dev ticaret merkezleri, oteller pıtırak gibi yükseliyor. İnsan hayret ediyor. Biter bitmez dolan bu iş yerlerine kimler taşınıyor, bu küçük ülkede neler oluyor? Geceleri bakın, o dev binalar ışıl ışıl, insanlar çalışıyorlar, ışıklar devamlı yanıyor. Dünyanın en pahalı kentlerinden biri olan Tel Aviv’de bu talep neyin nesi, bu dev ticaret merkezlerine talep nasıl oluyor da bu boyutlara ulaşıyor?

Ortadoğu’nun, Akdeniz’in merkezi oldu İsrael. Bir iki hafta evvel yine bir yazılım firması 40 milyar şekel yatırımla İsrael’de işe başladı. Geçen sene İntel, bir başka İsrael startup firmasını rekor bir fiyatla tam 15 milyar 300 milyon dolara satın aldı. Her gün yeni bir satış, yeni bir başarı işitiyoruz. İşte bilimin, çalışmanın sonucu bu. Kol hakavod İsrael. Helal sana. Küllerinden yepyeni bir devlet kuran İsraeloğulları 70 sene de zirveye çıktı.

Son olarak dünyanın en büyük devletleri,  Amerika, Rusya ve Çin’den sonra İsrael, aya insansız bir hava aracı göndermeyi başardı. Japonya gönderdi, olmadı, iniş gerçekleşemedi, Hindistan’da gönderdi, o da inemedi, Avrupa birliği de denedi, o da başaramadı. Haydi İsrael, haydi İsrael’in beyinleri, haydi aslanlar,  mazal tov, inşallah 11 Nisanda Bereşit (uzay aracına başlangıç anlamına gelen bu isim takıldı) aya iniş yapacak.

Diyecek başka şey bulamıyorum. Sizin diyecekleriniz varsa yazımın altına ekleyin.

Daha iyi günlere inşallah…

Aaron  Baruch  (Ankaralı)  

15 Şubat 2019 Cuma

ERDOĞAN'IN İKİ YÜZÜ...









Türkiye 31 Mart’ta yerel idareleri seçmek için sandığa gidecek. Erdoğan yine “Amerika ve İsrael’e karşı duran adam moduna” girmeye çalışıyor.

Geçenlerde partisinin gençlik kollarına hitaben yaptığı konuşmada şöyle dedi:
-Yere yıktığın düşmanını tekmeleme, sen Yahudi değilsin…

Bir gezi dönüşü, iktidarın yandaş gazetecileriyle söyleşi yaparken bakın ne diyor:
-2013’deki gezi parkı olaylarını kim finanse edenlerin arkasında kim vardı? Meşhur Macar Yahudi’si Soros…

2014 yılında Soma’da yaşanan maden faciasında “bu işin fıtratında ölüm var” dediği için kendisini protesto eden bir madenci yakını yumruklarken Erdoğan şöyle bağırır:
-Niye kaçıyorsun ulan İsrael dölü…

Erdoğan’ın İsrael ile yapay krizler çıkartıp yeni İslam halifeliğine soyunma çabalarının en çarpıcı örneğini, Michael Oren,  2015 yılında yayınladığı Alla (İttifak) isimli kitabında yazdı. Michael Oren 2009 ile 2013 yılları arasında İsrael’in Washington büyükelçiliğini yapmış. Bakın 2010 yılında İsrael ile Türkiye arasında yaşanan Mavi Marmara olaylarının arkasında neler dönmüş.

O dönemde Türkiye'nin Washington büyük elçisi olan Namık Tan, Oren’i arar ve şöyle der:
-İsrael hükumeti acaba Mavi Marmara gemisinin Ashdod limanına yanaşması ve Türkiye Kızılay’ının yardım kargolarını buradan Gazze’ye ulaştırmasına izin verir mi? Lütfen çok acele cevap verin.

Namık Tan cevabı çok acele istiyordu. Çünkü Mavi Marmara yoldaydı ve Erdoğan'ın İran ziyareti başlamak üzereydi.

İsrael hükumeti öneriyi hemen kabul etti. Cevabı anında ileten Oren’in anılarında Namık Tan’ın cevaptan çok hoşnut olduğu ve rahatladığı anlatılıyor. Ama ne yazık ki Namık Tan iki gün sonra Oren’i tekrar aramış ve anlaşmanın iptal edildiğini bildirmiş. Mavi Marmara yoluna devam edecek ve ablukayı kırmaya çalışacaktı. Çünkü Türkiye yine bir seçim arifesindeydi ve geminin Ashdod’a yanaşıp yardım malzemesini olaysız boşaltması, muhtemelen bu kararı birlikte aldığı İran’ın da Erdoğan'ın da çıkarlarına hiç uygun değildi. Ne yazık ki bu çıkarlar uğruna Mavi Marmara gemisine yapılan müdahale sırasında 10 sivil hayatını kaybetti. Bu insanların ölümünden kimin sorumlu olduğunun yorumunu okuyucuya bırakıyorum.

Başkan Trump ABD Büyükelçiliği’ni Yeruşalayim’e taşıma kararını açıkladığında Erdoğan, İsrael’i kınamak için İslam İşbirliği teşkilatını toplar. Toplantıya Venezuela başkanı Maduro da taa Güney Amerika’dan gelir ve gözlemci(!) sıfatıyla katılır, neyi gözlemleyecekse… Oysa İslam dünyasının en önemli aktörleri Suudi Arabistan ve Mısır toplantıya başkanlık düzeyinde katılmaz. Yani bu toplantıyı kazımazlar.

Ama işin esas ilginç tarafı, zirve bildirisinin İngilizce metninde yer almayan Doğu Kudüs’ün Filistin devletinin başkenti olarak tanındığına dair hiçbir ibare yokken, Türk halkına sunulan Türkçe metine, Erdoğan'a propaganda malzemesi yaratmak için bu metin ilave edilir. Zirve bildirisinde böyle bir karar alınmamıştır, dahası Filistin diye bir devlet bile yoktur…

Sonuçta her iki ülke Erdoğan'ın bu tutumu yüzünden zarar görmektedir.  Türkiye İsrael’li turistlerin neredeyse tamamını kaybetti. Türkiye ile İsrael, doğal gaz boru hattı konusunda tarihi bir işbirliği yapabilecekken Erdoğan'ın bu tutumları dolayısıyla ne yazık ki bu proje Akdeniz’in sularına gömüldü gitti… Oysa İsrael ile Türkiye'nin siyasi  çıkarları de ticari çıkarları da tamamen örtüşmektedir. APO’yu Suriye’den çıkartıp Türkiye'nin kucağına bırakan MOSSAD’tır. Bugün Türkiye'nin terör ile mücadelede çok etkin olarak kullandığı İHA’lar İsrael’den öğrendiği teknoloji sayesinde vardır. Türkiye İsrael’den her zaman pek çok alanda fayda ve iyilik görmüştür.

Bugünün Türkiye’sinde her ekonomik krizin, her toplumsal hareketin, her protestonun arkasında İsrael olduğunu meydanlarda haykırmak, her yıl neredeyse katlanan İsrael ile Türkiye arasındaki ticaret hacmine bakıldığında, Erdoğan’ın ikiyüzlü radikal İslamcı siyaseti çok net görünür.

Demokrasi(!) ile yönetilen tek İslam ülkesi olan Türkiye ile İsrael dost ve müttefik olsaydı bundan her iki ülke çok faydalar sağlayabilirdi. Erdoğan tek başına bu olumsuzluğun müsebbibidir. Yazık çok yazık…

Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça : FARUK MERCAN

2 Şubat 2019 Cumartesi

BU STATTA HAYAT KALMADI…













Çok büyük, güzel, şahane bir stattı.  Sahada 700, belki de 800 yıllık, 80 milyondan fazla taraftarı olan bir takım vardı. Gerçi 90 ya da 95 sene evvel ismini değiştirmişti ama takım yine o takımdı. Oyuncularda, idareciler de, seyirciler de eskiden daha iyi, daha kaliteliydiler. Misafir oyuncular bile bu statta çok keyifli maçlar izlemişlerdi. Zamanla oyuncular bu köklü takımda artan problemler yüzünden başka takımlara transfer olmuşlardı.  Hatta seyirciler bile artık gidiyorlar,  başka takımların maçlarını izliyorlardı. Son 10-15 senede bu gidişler o kadar çok artmıştı ki, takımın yöneticiler buna “beyin göçü” adını takmışlardı.

Türbindeki seyircilerin görünüşü nedense değişmeye başlamıştı. Eskiden maça kravatla ceketle gelenlerin yerine sakallı, özensiz kıyafetler giymiş kaba saba konuşan, küfür eden, sahaya yabancı maddeler atan bir seyirci topluluğu oluşmuştu. Kadınlar maça gelmekten korkuyorlardı. Pek çok kadını eski kocaları ya da eski sevgilileri türbinde yakalıyor ve çok fena şeyler yapıyorlardı. Ama en kötüsü çocuklara yapılanlardı. O küçücük çocuklara çok ama çok kötülükler yapılıyor, hatta küçük kız çocuklarına “hadi artık sen o amcayla git” diyorlardı. Takımın idarecileri ise türbinin yukarılarında bütün sahaya hâkim kendi ultra lüks localarından maçları seyrediyorlar, kadınlara çocuklara yapılan bütün kötülükleri görüyorlar ama buna engel olmak için yeterli tedbirler almıyorlardı. Bazı kötülükleri de gördükleri halde başlarını başka tarafa çevirip görmemezlikten geliyorlardı.

Bir sürü idareci, teknik direktör, çalıştırıcı olmasına rağmen takımı yalnız kulübün başkanı idare ediyor, oynayacak oyuncuları o seçiyor, hatta hangi mevkide görev alacaklarını bile o söylüyordu. Başka kimse konuşamıyor, hatta eğer başkanın fikirlerine karşı gelen olursa derhal locadan uzaklaştırılıyordu. Seyircilerin arasında başkana ya da locadakilere karşı çıkan olursa onu polisler derhal türbinden atıyorlar, stadın bodrum katına rutubetli, soğuk kötü yerlere götürüyorlardı. Dünyanın hiçbir yerinde maçı eleştirdikleri için türbinin alt katına gönderilen bu kadar eleştirmen yokmuş.  

Takımın mali durumunda pek parlak değildi. Bilet fiyatları giderek daha pahalılaşmış halk maça girip seyredebilmek için bilet almakta her gün daha zorlanır olmuştu. Enflasyon mudur nedir, kötü bir hırsız her gün seyircilerin cebindeki paranın değerini çalıyor, halk maça gelmekte, içecek yiyecek bir şeyler almakta zorlanır olmuştu.  Yabancılara özellikle Araplara pek çok koltuk satılıyor bu parayla şimdilik masraflar karşılanıyordu. Ama satılacak koltuk kalmadıkça stadın büfeleri, tuvaletleri sonra yollarını köprülerini aklınıza ne gelirse her şey satılmaya başlanmıştı. Satılacak bir şey kalmayınca en sonunda stadın tümünü mü satacaklardı Araplara acaba?

Bu çok büyük, çok güzel stadın güzel havası ve şahane mevkii seyirciler ve iş bilmez yöneticiler yüzünden her gün daha kirleniyor, daha çok güzellik bir daha geri gelmeyecek şekilde yok oluyordu. Stadın içindeki yollarda öyle sıkışıklıklar olmaya başlamıştı ki artık bir yerden bir yere gitmek işkenceye dönmüştü.

En önemlisi seyircilerin durumuydu, mutsuz, gelecek endişesiyle neşesiz, umutsuz olmuşlardı. Hava griydi. Etrafa memnuniyetsizlik ve gelecek saikası çökmüş, her yeri kaplamıştı. Bazı seyirciler okumadıklarından, ya da okuduklarını anlayamadıklarından ve cahilliklerinden neler olup bittiğini fark edemiyorlar, hala yöneticileri ve başkanı alkışlıyorlardı. Oysa stat elden gidiyor, çöküyor, giderek seyircilerin ellerinden hakları, umutları, gülüşleri, gelecekleri alınıyordu.

Bazen stadın kapısında bir köşeye çekilmiş anneler, babalar, evlatlar yavaş, alçak sesle zor konuşmalar yapar olmuşlardı.

-Baba, ben gideceğim.
-Git oğlum, haklısın.  Bu statta artık doğru dürüst maç seyredemezsin.
-Sen de gel.
-Gelemem, benim için çok geç.
-Peki, niye ağlıyorsun baba?
-Çünkü ben gelemem, Sen de kalamazsın. Hadi oğlum, kız kardeşini de al ve git. Yolun açık olsun… Bizi unutmayın…

İnsanları yerlerinden yurtlarından eden, menfaatleri ve koltuk sevdaları yüzünden halklarına eziyet eden beceriksiz yöneticilere lanet olsun.

Aaron Baruch  (Ankaralı)