29 Haziran 2019 Cumartesi

MIT, MOSSAD, CIA İŞBİRLİĞİ – APO’NUN YAKALANIŞININ GERÇEK ÖYKÜSÜ









Bu hafta Hürriyet gazetesi ve Takvim gazetesi APO’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilişinin hikâyesini yazdı. Ne yazık ki her ikisi de eksik ve yanlışlar ile dolu. Bu iki gazetenin okurlarına biraz daha saygı gösterip yayınlayacakları yazıları daha iyi araştırmaları gerekir diye düşünüyorum.

Şimdi sizlere APO’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilişinin gerçek öyküsünü yazmaya çalışacağım.

Yıl 1999. 

CIA başkanı Langley'deki ofisine girer girmez,  sekreterine MİT başkanı Şenkal Atasagun'la görüşmek istediğini söyler. Sekreter, dinlenemeyen telefondan  Ankara'yı arar. Konuşma kısa  sürer.
-Biraz evvel başkan Başkan Clinton ile görüştüm. Sizinle son konuştuğumuz konuda, başkan yeşil ışık yaktı.
MİT başkanı çok sevinmişti.
-Tamam, o zaman bitirelim işini.
CIA başkanı ekledi:
-MOSSAD başkanı ile de görüştüm. (O tarihte İsrael Başbakanı Benjamen Netanyahu'dur.) Onlar da destek verecekler. Ancak adamı önce  saklandığı delikten dışarı çıkartmamız gerekli. Orada operasyon yapamayız. 

Bahsettiği adam APO idi ve Suriye’de saklanıyordu. Orda operasyon yapamazlardı çünkü bir süre önce MİT'in özel ekipleri Suriye'ye sızmışlar ve Bekaa vadisinde Abdullah Öcalan'ın yerini saptamışlardı. Yapılacak tek şey,  onun konvoyunu Şam yolunda kıstırmak ve işini bitirmekti. Hazırlıklar son safhada iken bir MGK  (Milli Güvenlik Kurulu)  toplantısından sonra  4 yıldızlı bir general gazetecilere, "nefesimiz APO'nun ensesinde"   diye demeç verince Suriye yönetimi uyandı ve   APO'yu Şam'da  çok iyi korunan, bakanların da oturduğu yüksek güvenlikli özel bir yere yerleştirdi. Buradaki bir operasyon, ortalığı kan gölüne çevirirdi. Demeçten sonra MİT ajanları, yıldırım hızı ile Suriye'yi terk etmek zorunda kalmıştı.

CIA başkanı haklıydı. Önce APO'yu oradan dışarı çıkartmak gerekliydi. Telefon konuşması iki taraf uzmanlarının MOSSAD'ın da katılması ile 3 gün sonra Ankara'da bir araya gelmeleri kararı ile bitti. MİT başkanı Şenkal Atasagun bilgi vermek üzere derhal  başbakanlığa, Bülent Ecevit'in yanına gitti ve durum hakkında bilgi verdi.  Toplantı birkaç gün sonra Ankara'da gerçekleşti ve CIA, MOSSAD ve MİT, APO'nun Suriye'den dışarı çıkartılması için tek yolun Türkiye'nin Suriye'yi ciddi bir şekilde, savaşla tehdit etmesi konusunda anlaştılar. 

Bu konuda Amerika ve İsrael neden Türkiye'yi destekliyorlardı? Destekliyorlardı çünkü;
1-PKK Marksist bir terör örgütü idi.  Ruslara yakın Amerika'ya  karşıttı.  Elbette ki bu da, Amerika'nın hiç işine gelmiyordu. 
2-Türkiye'nin, APO yüzünden Suriye'ye karşı (Amerika ile ya da Amerika ‘sız) askeri bir harekât yapacağı artık nerede ise kesinleşmişti. Türklerin  sabrı kalmamıştı. Bu bağlamda Suriye ordusunun  Türklere direnmesi imkânsızdı. Türk ordusu 48 saatte Şam'a bayrağı dikerdi. Dikerdi de sonra ne olurdu? Saddam'ı, İran'ı hesap etmek gerekliydi. Fransa ve Çin kesinlikle olayı BM güvenlik kuruluna taşıyacaktı. Suudiler ‘in tepkisi kestirilemiyordu. İsrael bu gelişmelerden kesinlikle olumsuz etkilenecekti. 
3- APO  İsrael karşıtı idi. Bu da İsrael oğullarını rahatsız ediyordu. 

Hep beraber APO'nun  defterini dürmeye karar verdiler. Yani İsrael'in de, Amerika'nın da kendi hesapları vardı. Yoksa kimse kimsenin karakaşına, kara gözüne bayıldığı için elini taşın altına koymaz.

Karar verildikten sonra Ankara'ya MOSSAD ve CIA bilgi yağdırmaya başladı. MOSSAD, Suriye Birlikleri'nin yerlerini, sayılarını, cephane ve ateş gücünü, hareket etme yeteneklerini bildiriyordu. Hatta yedikleri yemeklere varıncaya kadar. Hatta Suriye hava kuvvetlerindeki pilotların kaçının gözlerinin bozuk olduğuna kadar...

Bakın bu noktada bu bilgilerin neden önemli olduğunu açıklamak lazım. İsrail'in Lübnan'ın işgali sırasında Libya lideri KADDAFİ  çok sert açıklamalarda bulunmaya başlar. Bu delinin ne yapacağı belli değildir.  Libya'nın elindeki Rus malı savaş uçakları  İsrail'e kadar gelebilecek yetenekte  idiler. Oysa İsrail Libya'dan hiç çekinmemektedir. Bunu İsrael’li bir yetkiliye soran gazeteci şu cevabı alır:  

-Biz Libya hava kuvvetlerinde Ruslardan aldıkları bu gelişmiş savaş uçaklarını kullanabilecek kaç pilotun uygun olduğunu biliriz. Örneğin eli titreyen, gözü bozuk olan ve bilgisayar konusunda çok ileri derecede bilgisi olmayanlar bu uçakları kullanamazlar. Libya hava kuvvetlerinde bu özelliklerdeki savaş pilotu sayısı 10 kadar. Bu nedenle Libya'daki savaş uçaklarını Rus pilotlar  kullanıyor. Moskova da pilotlarına böyle bir emir vermez.  Bu yüzden Libya'dan çekinmemizi gerektirecek bir durum yok.

Son olarak İsrael'den Ankara'ya kuyruk numarası olmayan beyaz bir Jumbo jet gelir. Uçaktan 5 İsrael'i iner. Çok özel  5 kişi. Gizlice geldiler. Gizli demek gerekli, çünkü İsrael bunu asla kabul etmez. İsrael’li 5 kişilik tim, Suriye Ordusu hakkında en gizli ve son bilgileri Genel Kurmay Başkanlığı'nda MİT temsilcilerinin de katıldığı toplantıda masaya bırakırlar.  Sonra essiz sedasız geldikleri gibi giderler...

Dönemin cumhurbaşkanı rahmetli Demirel bir yurt dışı gezisinde Türkiye'nin Suriye'ye karşı sabrının taşmakta olduğunu söyler. Bu yeni bir haber değildi. Çok ilgi çekmez. Fakat bir şeyler oluyordu. Türk Ordusu Suriye sınırına yığınak yapmaya başlamıştı. Özel timler Suriye'ye sızmaya başlamıştı. Yabancı istihbaratlar ülkelerine bir Türkiye Suriye savaşının çok olası olduğu hakkında raporlar veriyorlardı. Esas planın APO'yu Suriye'den çıkartmak olduğunu kimse bilmiyordu. Buna Türkiye ve Amerika'daki sivillerde dâhildi. MİT de, CIA de MOSSAD da olayı gizli tutmayı başarmıştı. Bu üç gizli servis olayı bambaşka bir yöne çekmeye muvaffak  olmuştu. Oysa durum çok ciddi görünüyordu. O kadar ki Türk F-16 ve F-4 pilotları  uçaklarında idiler...  Her şey düğmeye basmaya kalmıştı...

Derken bir 4 yıldızlı Türk generali Suriye sınırında alışılmamış derecede sert açıklamalar yapar. Arap dünyasında alarm zilleri çalmaya başlar. Arada Amerika bazı Arap dostlarına durumun ciddiyetini fısıldamaya başlar.  Arap dünyasının ağabeyi  Mısır başkanı Mübarek'e de  "bu sefer Türk'ler ciddi"   diye bir mesaj gönderir.  Mübarek soluğu Ankara'da alır. Derhal Demirel'i ziyaret eder. Demirel çok sert ifadelerle  sabırların taştığını, düğmeye basılmasının an meselesi olduğunu anlatır.  Arabuluculuk dönemi bitmiştir.  Mübarek "derhal Kahire'ye döneceğini ve ertesi günü Şam'a gideceğini" söyler. Kurt politikacı Demirel müthiş bir cevap verir:

-Yarın çok geç olabilir...

Mübarek Kahire'ye filan dönmez derhal Şam'a gider. Durumun ne kadar ciddi olduğunu anlamıştır. Hafız Esad'a durumu anlatır. Ya APO'yu verecekti ya da Türk ordusu Suriye'ye  giriyordu. Hafız Esad  "APO'yu başka bir ülkeye sınır dışı etmeyi"   teklif eder.  Olurdu tabii. Her şey planlandığı gibi gidiyordu. Planın amacı zaten APO'yu saklandığı o delikten dışarı çıkartmaktı. Böylece askeri harekâta da gerek kalmayacaktı.  APO'nun uçağı kalktıktan 5 dakika sonra MİT karargâhına şu mesaj gelir.

-Balık gölden ayrıldı...

Öcal'ın uçağı oradan oraya dolaştı. Yunanistan sırf Türkiye düşmanlığı yüzünden APO'yu konuk etmeye istekliydi. Ancak, Amerika'dan   "O takdirde Türkiye ile savaşı göze alın"   mesajı gelince vaz geçtilerAvrupa'da hiç bir ülke APO'yu kabul etmiyordu. Sadece İtalya kabul etti. Fakat tepkiler çok büyüktü oradan da gönderdiler.   Sonunda APO Kenya'nın başkenti Nairobi'ye  gitti. Yunanistan büyükelçisinin konutuna yerleşti. MİT özel bir jet (Cavit Çağlar'dan) kiraladı. Pilotlardan birisi yabancı uyrukluydu.  Uçak derhal Nairobi'ye gönderildi ve oraya vardığında alanın bir köşesine çekilip beklemeye başladı. Tam o sırada dünya istihbarat tarihine geçecek müthiş bir iş becerildi. 

Yunan büyükelçisi ve APO'nun yanındakiler daha evvel aradıkları fakat cevap alamadıkları Hollanda büyükelçisini tekrar aradılar. Bu sefer,  haberler iyi idi. Hollanda,  APO'nun siyasi sığınma isteğini kabul etmişti. Bir uçak yarın Nairobi'ye gelecek, APO ve yanındakileri alarak Hollanda'ya götürecekti. Herkes çok mutlu idi. Ancak bilmedikleri bir şey vardı. Onlar telefonda, Hollanda büyükelçisi ile konuştuklarını sanıyorlardı. Oysa konuştukları kişi MOSSAD'ın mükemmel Flamanca ve Hollanda İngilizcesi konuşan bir ajanı idi. Onlar Hollanda konsolosluğunu her aradıklarında telefon MOSSAD'a  bağlanıyordu. 

Beklenen gün geldi. Dokuz siyah cip kapıya sıralanmıştı. Hepsinde de   kravatlı zenciler vardı. Ama bazıları Amerikalı idi. Elbette APO bunu bilmiyordu. Kendisini öndeki cipe aldılar. Arkadaşları arkadaki arabalara bindiler. Havaalanına gelince APO'nun arabası konvoydan ayrıldı. Arkadaki arabalardaki APO’nun arkadaşları kıyameti kopardıysalar da bir netice elde edemediler. APO yalnız kalmıştı. APO, Kıbrıs Rum kesiminden aldığı pasaport elindeydi ve bindiği cip doğrudan aprona girip park etmiş uçağın yanına geldi. Merdivenlerde sarışın bir pilot APO'ya selam verdi. APO sarışın pilotu görünce içi rahatladı. Artık Hollanda'ya gideceğine emindi. Merdivenleri çıktı. Pilotla selamlaştı ve uçağa girdi. Uçağın kapısı kapandı. İçerideki MİT subay ve astsubayları kendisini bekliyorlardı.   Partiya Karker Kurdistan  (Kürdistan İşçi Partisi)  yani PKK'nın kurucusu ve lideri Abdullah Öcalan, yakalanmıştı. 

Bundan sonrasını herkes biliyor. Uçağın kapısı kapanınca APO’ya önce sakinleştirici bir iğne yapıldı. Sonra kimlik tespiti için gerekli çalışmalar tamamlandı. Bir yanlışlık yoktu, ellerindeki adam APO idi. Uçak Türk hava sahasına girdiğinde APO kendine gelmişti. Ajanslar, Ecevit’e dayanarak haberi geçmeye başladılar.  Türk subaylardan biri APO’ya “memlekete hoş geldin” dedi. Plana göre uçak Bandırma’ya inecekti, fakat hava muhalefeti yüzünden önce İstanbul’a indi, sonra durum düzelince Bandırma’ya hareket ettiler.

APO macerası  bitmişti...
Hikâyenin aslı bu…

Aaron Baruch   (Ankaralı)

Kaynakça   :  Sedat Sertoğlu   - Yazsam Olay Olur  - GOA yayınları 2006

Sedat Sertoğlu kimdir:

Babası Murat, amcası Mithat Bey, dedesi Selami İzzet ve dayısı İzzet Sedes gibi kendisi de gazeteci olan, Tevfik Fikret'le akrabalığı bulunan Sedat Sertoğlu için bir de iddia var: MOSSAD ajanlığı.

"Günaydın'da çalışmaya başladım, 2 ay mı ne olmuş. Bir sabah yazı işleri toplantısına geldi Haldun (Simavi) Bey elinde bir kâğıt ile geldi.  Birisi dedi  böyle bir mesaj koymuş benim masama. Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanıdır. Eğer dedi  Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanı ise hepinizden daha akıllıdır."

Sözün sahibi Sedat Sertoğlu'dur. Sertoğlu, Türkiye'de gazeteci olarak tanıdığımız birisidir. Sertoğlu, vakti zamanında Milliyet gazetesinin Ankara Temsilciliği yapan dayısı İzzet Sedes'in kendisini Abdi İpekçi ile tanıştırması neticesinde gazeteciliğe adımını atmıştır: "Dayım, Abdi seni çok sever, bir dene belki seversin gazeteciliği” dedi.

Yıl 1966'dır. Sertoğlu, Milliyet'e polis muhabiri olarak girer. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965'te kazanan, üniversitede ikinci yılına başlamaya hazırlanan Sedat Sertoğlu, bir ara Abdi İpekçi tarafından çağrılır:

"O zaman gazetelerin imkânları böyle değil. “Ne yaparsan saat 14'e kadar yapman lazımdı. O zamanlar üniversite öğrencileri sabahçı ve öğlenci idi. Ben de sabahçı idim. İpekçi gündüz çalışman lazım, ya gazete ya üniversite dedi. Ben gazeteyi tercih ettim."

Sedat Sertoğlu aslında ünlü bir gazetecinin oğludur. Hatta ailede dayı İzzet Sedes'in dışında, Sertoğlu'nun anne tarafından büyükbabası Selami İzzet ile amcası Mithat Sertoğlu da gazetecidir.


15 Haziran 2019 Cumartesi

MAVİ ALAY









Değerli okurlar,

Bugün sizlere ikinci dünya savaşında yaşanan Türkiye’yi de birazcık ilgilendiren fakat çok bilinmeyen bir olayı kalemim yettiğince yazacağım. Bakın tarihte eşi görülmemiş nasıl bir trajedi yaşanmış…

Haziran 1941 de 3 milyon Alman askeri, Barbarossa Harekâtı ile Rus Topraklarına girdi. Ekim 1941 de Kırım Yarımadası’nı anakaraya bağlayan Perekop kıstağında Kızıl Ordu, Almanlara yenildi. Almanlar Kırım’a girdiler.

Stalin döneminin baskılarından bunalan Kırım Türkleri (Tatarlar), Nazileri adeta kurtarıcı olarak görmüşlerdi. Naziler için de bu bulunmaz fırsattı. Almanlarla Tatarlar, iyi anlaşıyorlardı.

Türkiye o yıllarda hesapta tarafsızdı. Fakat içten içe Alman yanlısı idi. Barbarossa harekâtı başladığında milletvekilleri birbirilerini tebrik ediyorlardı. “Gazamız mübarek olsun” diyerek Almanya’nın, Rusya’ya saldırısını bayram havasında kutlamışlardı. Türkiye, Kırım Tatarlarını Nazilerle işbirliğine teşvik ediyordu. Hatta Tatarlar, üniformaları mavi olduğundan herhalde, MAVİ ALAY adlı bir de birlik kurmuşlardı. MAVİ ALAY,  Almanların yanında Ruslara karşı savaşmaya başlamıştı.





Nisan 1944. Gün gelmiş devran dönmüştü. Almanlar, Rus kışına mağlup olmuşlardı. Kızıl Ordu Almanları önüne katmış kovalıyor, Almanlar ise kaçıyorlardı. Türkiye’nin teşviki ile kurulmuş bulunan MAVİ ALAY askerleri de,  aileleri ile birlikte (7 bin kişi) mecburen yerlerini yurtlarını bırakıp Almanya’ya giderler. Rusların Almanlarla birlik olan Tatarların hiç birini sağ koymayacağı aşikârdı.

Almanlar Tatarları önce Kuzey İtalya'daki Pazulla Bölgesine yerleştiriliyorlar. Yaptıkları büyük hatadan sonra Tatarlar, kendi yurtlarına benzeyen bu dağlık bölgede yeni bir hayat kurmaya çalışıyorlar. Ancak bu hayalleri kısa sürede yıkılıyor. Çünkü İngiliz ve Amerikan orduları Akdeniz sahillerinden İtalya’nın kuzeyine doğru ilerlemektedir. Bunun üzerine Tatarlar çoluk çocuk daha kuzeye,  Drau nehri kıyısındaki Ober Drauburg yöresine naklediliyorlar. Nehir kıyısına kurulan çadırlarda ve derme çatma barakalarda aileleriyle yaşama tutunmaya çalışıyorlar zor bela. 
Ancak henüz çileleri bitmemiştir. Hatta asıl felaket yeni başlamaktadır. Başlarına sarılan beladan kurtulup yeni bir hayat kuracaklarını zannederken bu defa hepsi birden Avusturya'nın işgali ile görevlendirilen 8.İngiliz ordusuna esir düşüyorlar. 
Bu esaret bile onlar için bir kurtuluş vesilesi olabilirdi. Ankara'ya güvenmiş, Almanlarla işbirliği yapmış, çoluk çocuk yerlerinden yurtlarından olmuşlardı. Rus ordularının eline düşerlerse başlarına geleceği biliyorlardı. O yüzden İngiliz ordusunun esiri olmak, onlar için bir kurtuluş sayılırdı. Yeter ki Rusların eline düşmesinler...
Fakat Stalin Tatarların peşlerindedir. Onları kendilerine vermeleri için İngilizlere bastırmaktadır.
Tatarların birçoğunun Türkiye’deki akrabaları vardı. Oraya gidebilirlerdi. Tabii ki Türkiye onları mülteci olarak kabul ederdi.  İngilizlere dilekçe üstüne dilekçe vermeye başladılar. Ama Ankara'dan beklenen haber bir türlü gelmiyordu. Onun yerine başka bir haber geldi. Londra'dan gelen bir telgrafla dünyaları yıkıldı. Telgrafta, yapılan anlaşmalar gereğince, Rus ordusuna teslim edilmeleri emrediliyordu. Kurtarılmayı beklerken ölümle yüz yüze gelmişlerdi.
28 Mayıs 1945.  Karar esirlere tebliğ edilir. İngilizler, esirlerin öldürülmeyeceği konusunda Moskova'dan garanti aldıklarını söylüyorlar, Tatarları sakinleştirmeye çalışıyorlardı. Ne garantisi, garanti filan yoktu! 
Kırım Türkleri (Tatarlar)  kelepçelenerek Ruslara teslim edilecekleri başka bir İngiliz kampına, Dellach'a nakledildiler. Moskova, esirleri teslim alacak olan Rus birliklerine,  “esirlerin savaş suçlusu olduklarını ve haklarında verilmiş genel emir gereğince kurşuna dizileceklerini çoktan bildirmişti. Bütün ümitlerini kaybetmişlerdi. İşte o zaman dünya tarihinde eşi çok az görülmüş bir karar aldılar.
Onurlu Tatarlar, Rus askerlerinin eline düşmektense intihar edeceklerdi. 
Anneler çocuklarının ellerinden tuttular. Önce onlarca kadın kendilerini çocuklarıyla beraber deli dolu akan Drau nehrinin soğuk sularına attı. Kısa sürede nehrin girdaplarına kapılıp boğuldular. Onları yüzlerce, derken binlerce Tatar izledi. Suda çırpınanların çığlıkları kıyıdakilerin çığlığına karışıyordu.  İnanılmaz bir trajedi yaşanıyordu. Onurlu Tatarlar, kadın, erkek, çoluk, çocuk, dualarla kendilerini çılgınca akan nehre atıyorlardı. Çığlıklar yeri göğü inletiyordu.  Bir kaç gün içinde 3 bin esir (!)  eriyen karlarla coşan Drau nehrinin soğuk sularında yok oldu. 
Kalan yaklaşık 4 bin kişi Rus birliklerine teslim edildi. Esirler trenle götürülecekti. Ama bir sorun vardı. Savaş sırasında Doğu Avrupa'daki bütün demiryolları ve köprüleri yıkılmıştı. Sağlam kalan tek demiryolu ise Türkiye'den geçiyordu! 
Moskova gerekli izni Ankara'dan kısa sürede aldı. Temin edilen bir yük trenine tıka basa doldurulan esirlerin şimdi yepyeni bir ümidi vardı. Anavatan (!)  onları göz göre göre ölümün kucağına atmazdı. Tren Edirne'ye yaklaştığında bir sevinç dalgası sarmıştı esirleri.  Ruslar havalandırma pencerelerini kapatmıştı, ama ne beis? Tren Türkiye sınırlarına giriyordu. Türkler elbette pencereleri açacak ve sonra onları kurtaracaktı. Yaşasın!
Önceki umutları gibi bunda da yanıldılar. Ne pencereler, ne de kapılar asla açılmadı. Ölenlerin cesetlerini bile dışarı atamıyorlardı. Tren, yalnız su ve kömür almak için duruyordu. Doğu Anadolu'ya geldiklerinde umutların yerini şüphe, şüphenin yerini korku ve panik kaplamıştı. Tren Kars'a vardığında esirler son bir ümitle  ''Ruslar vuracağına siz vurun '' diye hep bir ağızdan bağırmaya başladılar. Ama çığlıklarını kimse işitmiyordu. Vagonlara muhafızlık eden askerler,  emirlerle vicdanlarının arasında kalmışlar, isyan edecek noktaya gelmişlerdi.
Derken, esirler vagonların kapaklarını kırmaya başladılar.  Çıkanlar kendilerini trenin geçmekte olduğu Serder Abad, Kızıl Çakçak barajının sularına atmaya başladılar. Trene nezaret etmekle görevli Türk heyeti ve askerler donup kalmışlardı. Tatarlar,  gözleri önünde toplu halde intihar ediyorlardı. 

Bu son intihar furyasından sonra yaklaşık geriye sadece 2 bin kişi kalmıştı. Onlar baraj gölünün karşı kıyısında bekleyen Rus infaz birliklerine teslim edildi. Daha Türk heyeti oradan ayrılmadan Rus askerleri esirleri trenden indirip gruplar halinde kurşuna dizmeye başladılar. Heyet son esir de kurşuna dizildikten sonra Türkiye'ye döndü, Ankara olaya hiçbir tepki göstermedi, tutanaklar açıklanmadı. Bu korkunç trajedi unutulmaya mahkûm edildi. 
Avusturyalılar ise tanık oldukları katliamın anısına İrschen köyünde bir anıt diktiler. Her sene mayıs ayında Rus askerlerine teslim olmaktansa kendilerini nehre atan Kırımlı Türklerin anısını bir törenle hatırlayıp yâd ediyorlar.



Türkiye ise, bu olayı hatırlatacak bir taş bile dikmedi… Oysa, bu insanları Almanların safında savaşa girmeye ikna eden Ankara'ydı.
Karanlık günlerdi, çok karanlık.
Sevgiyle kalın, hoşça kalın sevgili okurlar.
Aaron Baruch  (Ankaralı)

8 Haziran 2019 Cumartesi

KOSHER NOSTRA
















Salonu yaklaşık 500 kişi doldurmuştu. Sahnede Nazi bayrakları, gamalı haçlar, kahverengi gömlekli, omuzlarından bellerine çapraz bağlanan kemerler takmış olan bir sürü genç vardı, Hitlervari bıyıklı bir adam kürsüde bağıra bağıra konuşuyordu. Kapılarda da benzeri kıyafetli etrafa tehditkâr bakışlar atan nöbetçiler vardı.

Birden girişte bir hareketlenme oldu. Ellerinde demir çubuklar, beysbol sopaları olan bir kalabalık salona girdi. Toplam 14 kişiydiler. Bazılarının ellerinde muşta vardı. Kendilerine müdahale etmek isteyen ilk kahverengi gömlekliyi yumruklayıp yere serdiler ve sopalarla dövmeye başladılar. Kanlar fışkırmaya başlamıştı. Kürsüye yöneldiklerinde konuşmacı dehşete kapılıp sustu. Şaşırmıştı. Neler oluyordu? Kürsüye gelen saldırganlar hiçbir şey söylemeden adamı yakaladıkları gibi yere indirdiler. Diğer kahverengi gömleklileri de ellerindeki beysbol sopaları ve demir çubuklarla acımasızca dövmeye başladılar. Seyirciler çığlık çığlığa bağırarak kaçışmaya başlamışlardı. Direnmeye çalışan konuşmacıyı iki iri yarı genç yakaladıkları gibi sahnenin yan tarafında bulunan camdan aşağı attılar. Her şey 5-10 dakikanın içinde bitmişti. Salon boşalmış kahverengi gömleklilerin hepsi kanlar içerisinde yere serilmişti. Kimin kafası, kiminin kolları ya da ayakları kırılmıştı. Saldırganların başında emirler veren adamın ismi Meyer Lansky’ydi, Yahudiydi ve sadece 1 metre 52 santim boyu vardı.

1930’larda ABD’nde organize suç tarihinde yer alan önemli gangsterlerden “godfather –vaftiz babası – BABA”  bazıları İrlanda, İtalya ve Polonya kökenli Yahudi asıllı fakir göçmenlerin arasından çıkmıştır. “KOSHER-NOSTRA” olarak anılan bu çete reislerinden en önemlilerinden birisi Mayer Lansky'di. “Mod Muhasebecisi” olarak tanınırdı. Polonya’da 1902 yılında doğmuştu ve asıl adı Meier Suchowlanski’ydi. Daha sekiz yaşında iken kazandığı 5 cent’i kumarda kaybedince kumar oynamakla değil, oynatmakla para kazanılacağını öğrendi ve bir daha kendisi asla kumar oynamadı, hep oynattı.

Esasında her şey, daha sonra Amerikan senato üyesi olacak olan New York eyalet hâkimi Nathan David Perlman’ın (isminden de anlaşılacağı gibi o da Yahudi’ydi) şahsen Meyer Lansky ile iletişime geçmesiyle başlamıştı. Alman-Amerikan Bund topluluğu ülkede Nazi yanlısı toplantılar düzenleyerek “Yahudi piçlerin” ülkeyi terk etmeleri yolunda tehditlerde bulunuyorlar, Yahudileri aşırı bir biçimde tedirgin ediyorlardı.  Bu toplantıları durdurmanın yasal bir dayanağı yoktu, hiçbir şey yapılamıyordu. Hâkim Perlman, Meyer Lansky’den bu toplantıları durdurmasını, Amerikan-Alman Bund topluluğunu dağıtmasını istedi:

“Sizden talebim şudur Meyer; bu Nazi hergeleleri durdur, yerel polis teşkilatından sana hiçbir müdahale gelmeyecek, ayrıca hizmetlerinin karşılığını alacaksın, Yahudi cemaati sana seve seve ödeme yapacak, tek şartım var. Kimse ölmeyecek.”

Meyer Lanski, Davit  Perlman’ın bütün şartlarını tartışmasız kabul etti. Biri hariç. Bu iş için para almayacaktı.

Daha sonra kendisiyle röportaj yapan bir TV muhabirine şöyle diyecekti:
“Ben bir Yahudi’yim ve Avrupa’da ıstırap çeken Yahudilerin sıkıntılarını içimde hissediyordum. Onlar benim kardeşlerimdi.”
Aynı röportajda Meyer Lansky şunları da söyleyecekti:
Onları kovalayıp dövdük. Yahudilerin arkalarına yaslanıp hakaretleri kabul etmeyeceklerini göstermek istedik.”

Meyer Lansky ve Çetesi aylarca Amerikan-Alman Bund gurubunun yaptığı Nazi toplantılarını bastı. Amerikalı tarihçi Rozkaway’in yazdığı gibi “Nazilerin kolları, bacakları, kaburgaları ve kafaları kırıldı, ama kimse ölmedi.”

MEYER LANSKY (Öndeki kısa boylu)

Savaştan sonra Küba’da ve Las Vegas’ta kumar organizasyonlarında yer alan Meyer, hakkında vergi kaçakçılığı yüzünden soruşturma açılınca bütün parasını İsviçre’ye aktardı ve “dönüş yasasından” istifade edip İsrael’e aliya (göç) yaptı. Hertzliya Pituah’da sakin bir hayat geçirmeye başladı. Ancak İsrael hükümeti hakkındaki suçlamalar yüzünden onu Amerika’ya iade etti. Amerika’ya gelir gelmez tutuklandı. Üç ay tutuklu kalan Meyer Lansky’nin hiçbir suçu ispat edilemedi hiçbir suçtan hüküm giymedi. Üç ay sonra serbest kalan Meyer 80 yaşında akciğer kanseri dolayısıyla hayata veda etti.

Meyer öldüğünde Amerika’da sadece 57.000 dolarlık bir miras bıraktı. Oysa İsviçre’de miras bıraktığı para bugünün 400 milyon dolarından fazlaydı.

Bir başka Yahudi asıllı “baba”  Minneapolis bölgesinde kumar baronu David Berman’dı. “Davie the Jue” lakabıyla tanınırdı. Ukrayna-Odesa’lıydı.

Amerikan-Alman Bund topluluğunun Elks Lodge’de bir toplantısında konuşmacı “Yahudi piçlerin Amerika’yı terk etmesini, yoksa her şeyin daha da kötü olacağını” söylediği anda David Berman ve çetesi salona girdi. Kafalar kollar kırılmaya başladı. On dakika sonra salon boşalmıştı. Üstü başı dövdüğü adamların kanlarıyla kıpkırmızı olan David Berman mikrofonu eline aldı ve:

“Bu bir uyarıdır. Yahudilere karşı söz söyleyen herkes aynı muameleyi görür. Ancak bir daha sefere her şey daha kötüye gider” dedi ve belinden silahını çıkartıp bütün kurşunları arkadaki üzerinde gamalı haç bulunan bayrağa boşalttı.

Bir dahaki sefer hiç olmadı.



DAVİD BERMAN



II.dünya savaşının sürdüğü günlerde David Berman suç dosyası nedeniyle Amerikan ordusuna yaptığı gönüllü asker olma talebi reddedilmişti. O da Kanada ordusuna girdi. Bir keşif grubu olan 18.zırhlı birlikte görev yaptı ve savaştı. Her kes tarafından çok sevilen bir askerdi.

Savaştan sonra Amerika’ya dönen Berman Las Vegas’taki kumar organizasyonunda yer aldı. 1957 de kolon kanserine yakalandı ve babalar gününde ameliyat masasında hayatını kaybetti.

Bir başka Yahudi asıllı “baba” Bugsy Siegel, 1945 de Haganah elçisi Reuven Dafne ile buluştuğunda ona her türlü yardım için söz verdi.

Ben seninleyim” dedi.

Reuven Dafne her hafta Siegel’den içinde 5 ve 10 dolarlık banknotlar olan (toplamda 50.000 dolar) bavullar alır. Ayrıca Bugsy Siegel silah temin etme ve nakletme konusunda da Reuven Dafne’ye çok yardımlarda bulunur.


BUGSY SİEGEL


Meyer Lansky, David Berman, Bugsy Sİegel ve benzeri  “babalar”  elbette toplumun yüz akı insanlar değildiler. Fakat 1930’larda yükselmekte olan Amerikan Nazizm’ine karşı ülkedeki kanunların savunamadığı Yahudileri onlar korudular ve İsrael’in bağımsızlık savaşına yardım ettiler. Onlar Yahudiliklerini asla unutmadılar ve soydaşlarını korumak için ellerini, kafalarını taşın altına koydular. Keşke bu günde antisemitizmin yükselmekte olan ülkelerde böyle koruyucular olsa. Meydanda menora yakmakla Yahudiler korunamıyor…

Özellikle o yıllarda Amerikan Yahudileri ve İsrael,  hizmetlerinden dolayı Yahudi “babalara” şükran borçludurlar.


Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça : Vikipedia - Jewish Virtual Library
ALINTILAR YAPTIĞIM SARP ORBAY'A TEŞEKKÜRLERİMLE

1 Haziran 2019 Cumartesi

HAR HaBAYİT BE YADENU… (TAPINAK DAĞI BİZİM ELİMİZDE!)













Son bir hücum gerçekleştireceklerdi. İsrael devletinin kuruluş savaşının sonuna gelinmişti ve ateşkes 1948 yılının 17 Temmuz Cumartesi günü sabah saat 05.00 de başlayacaktı. 1 Mayıs günü takviye gelmediği için yorgunluktan biten adamlarını geri çekmek zorunda kalan Uzi Narkiss’in terk ettiği surlar o günden beri Ürdünlü Arapların elindeydi. Eski Şehri  (ağlama duvarının –Kotel-  ve Mescid-i Aksa’nın bulunduğu Dua tepesi-Har HaBayit  de denilen kutsal alanın bulunduğu antik şehir)  almak için bu son şanstı. Yeruşalayim bölgesinin komutanı David Shaltiel askerlerine şöyle dedi:

Yeruşalayim’i kendi kuşağımıza ve gelecek kuşaklara armağan etmek bizim için en büyük zafer olur” dedi ve planı açıkladı.

Bu plan gerçekten bir kumardı fakat vakit yoktu. Eski Şehir’i çevreleyen surları üç noktadan deleceklerdi.   Bunların her birine ayrı bir isim verilmişti. İrgun’un yüz elli adamı Notre – Dam de France binasından “PARİS” adı verilen Yeni Kapıya saldıracaktı. Stern gurubunun birlikleri “MOSKOVA”  adı verilen Yafa kapısına karşı saldırıya geçeceklerdi.

Her iyi kumarbaz gibi David Shaltiel’in de bir kozu vardı Konik şeklindeki yapısı itibarıyla “KONÜS” adı verilen, bir fizikçinin yaptığı 350 kilo patlayıcı ile dolu olan dev bir mermi. Bu mermi surlara büyük bir delik açacak, yeni kurulmuş olan beş yüz kişilik tabur Sion tepelerinden Eski Şehir’e akacak ve Yahudiler iki bin yıl sonra şehri ele geçirecekti. Saldırı 16 Temmuz gece yarısından biraz evvel başlayacaktı. Açılacak olan gediğe “MOSKOVA” adı verilmişti.

Askerlerden biri David’e sordu:
“Ömer Camii’nin önüne geldiğimizde ne yapacağız?”
“Pabuçlarınızı çıkartıp savaşa devam edersiniz.”

Saldırı başlamadan biraz evvel acı bir sorunla karşılaştılar. Yahudiler her şeyi düşünmüşlerdi ama bir tek Yeruşalayim’in yüreğine varmalarını sağlayacak aracı yapmanın telaşı ile “KONÜS’ü” surlara kadar nasıl taşıyacaklarını düşünmemişlerdi. Üç yüz elli kiloluk mermi demir çubuklar üzerine kondu ve insan gücüyle taşınmaya başlandı. Elleri ayakları kan içinde kalan taşıyıcılar ateş altında koca mermiyi elleri ile taşıyorlardı.

Bu arada İrgun askerleri Yeni kapıya saldırıya geçti. “PARİS” adı verilen Yeni Kapı Yahudiler’in eline geçti. Komutan Zvi Sinai   “KONÜS’Ü” bekliyordu. Gedik açılır açılmaz şehrin kalbine doğru saldırıya geçecekti.

Ne yazık ki, planladıkları gibi olmadı. “KONÜS” tam zamanında tam da istenilen yerde patlatıldı ama surları yıkamadı. Plan başarısız olmuştu. Hayallerine kavuşmak için Yahudiler 19 yıl daha beklemeleri gerekecekti.

----------------------------------------------------------------------------------------------------------


1967 yılın Haziran ayında başlayan 6 günlük savaşın üçüncü günü İsrael Kuvvetleri Eski Şehri aldılar.  Şimdi okuyacaklarınız bu inanılmaz anları naklen anlatan radyo yayınıdır. Bu kayıt Avi Yaffe kayıt stüdyolarında bulunmaktadır.

Albay Mordechai (Motta) Gur: (Hoparlörde) Tüm birlik komutanları, şu anda sırtın (Sion tepeleri) bekliyoruz. Kısacası birazdan tüm kuşakların hayalini kurduğu Eski Şehre gireceğiz. İlk giren biz olacağız. Eitan’ın tankları solda ilerleyecek ve Aslanlı kapıdan girecekler. Son buluşma yukarıdaki açık alanda (Tapınak Dağı) olacak.
Askerler: Alkış sesleri
Spiker Yossi Ronen: Şimdi ana caddelerin birinde yürüyoruz. Kuvvetlerin öncüleri Eski Şehre girmek üzere…
Silah sesleri…
Spiker Yossi Ronen: Hala her yönden üstümüze ateş ediliyor. Girişe doğru ilerliyoruz.
Silah sesleri ve askerlerin ayak sesleri…
Komutan : Aralarda 5 metre mesafeyi koruyun. Buralarda dolaşmak hala çok tehlikeli, etrafta keskin nişancılar var…
Silah sesleri…
Spiker Yossi Ronen: Hepimize durması söylendi, solumuzda Zeytin Dağı, biz şu anda Eski Şehir’de Rus Kilisesinin karşısındayız. Aşağıya bakıyorum. Dağın yanında koşuyoruz. Taş duvarları görebiliyoruz. Hala bize ateş ediyorlar. İsrael tankları Aslanlı kapıda ve biz önde gidiyoruz. İçeri giren ilk birimin yanındayım. Yanımda bir Ürdün otobüsü var, tamamen yanmış. Girmek üzereyiz. Aslanlı geçidin altında duruyoruz. Geçit çökmek üzere, muhtemelen önceki bombalama yüzünden. Askerler palmiye ağaçlarını siper alıyorlar. Ben de ağaçlardan birinin altına çöküyorum. Şehre daha yaklaştık.
Silah sesleri…
Albay Mordechai (Motta) Gur ordu hoparlöründen: HAR HaBAYİT  BE YADENU… Tekrar ediyorum, HAR HaBAYİT  BE YADENU… (TAPINAK DAĞI BİZİM ELİMİZDE! Tekrar ediyorum, TAPINAK DAĞI BİZİM ELİMİZDE!
David Operasyon Odası : Tüm birimler, ateş etmeyi kesin, tekrar ediyorum, ateş etmeyi kesin.
Uzi Narkiss : Motta, senin gibi biri yok. Ömer Cami'nin yanındasın…
Spiker Yossi Ronen: Aslanlı kapıdan geçtim, hızla ilerliyorum. Eski Şehir…
Ordu hoparlöründen: Alanı arayın, ateş kaynağını bulun. Her binayı koruyun. Özellikle kutsal yerlerde hiçbir yere dokunmayın.
Ta ta ta taaaaa, ta ta ta taaaaaa   (Şofar seleri…)










Askerler ağlıyorlar…
Askerler şarkılar söylüyorlar, Yeruşalayim şel zaav…. (Yeruşalayim altından)






General Uzi Narkiss: Söyle, Batı Duvarı nerede? Oraya nasıl gidilir?
Spiker Yossi Ronen: Şu anda Batı Duvarına doğru ilerliyorum. Ben dindar bir adam değilim, hiç olamadım, ama şu anda Batı Duvarının taşlarına dokunuyorum.
Askerler : Şehiyanu ve kiyemanu…
Haham Sholomo : Dualar…
Askerler : Amen!


Bir gün olurda Yeruşalayim’in sokaklarında yürürseniz iki bin yıl bu şansı yakalayamayan soydaşlarınızı düşünün, ne kadar şanslı olduğunuzu düşünün, siz orada yürüyebilmeniz için akıtılan kanları düşünün

SENİ UNUTURSAM YERUŞALAYİM….

Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça  :  Kudüs ey Kudüs… Larry Collins  -  Dominique Lapierre
Jewish Virtual Library