Bu hafta Hürriyet gazetesi ve Takvim
gazetesi APO’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilişinin hikâyesini yazdı. Ne yazık
ki her ikisi de eksik ve yanlışlar ile dolu. Bu iki gazetenin okurlarına biraz
daha saygı gösterip yayınlayacakları yazıları daha iyi araştırmaları gerekir
diye düşünüyorum.
Şimdi sizlere APO’nun yakalanıp Türkiye’ye
getirilişinin gerçek öyküsünü yazmaya çalışacağım.
Yıl 1999.
CIA başkanı Langley'deki ofisine girer
girmez, sekreterine MİT başkanı Şenkal Atasagun'la görüşmek istediğini
söyler. Sekreter, dinlenemeyen telefondan Ankara'yı arar. Konuşma
kısa sürer.
-Biraz evvel başkan Başkan Clinton ile
görüştüm. Sizinle son konuştuğumuz konuda, başkan yeşil ışık yaktı.
MİT başkanı çok sevinmişti.
-Tamam, o zaman bitirelim işini.
CIA başkanı ekledi:
-MOSSAD başkanı ile de görüştüm. (O tarihte İsrael Başbakanı Benjamen Netanyahu'dur.) Onlar
da destek verecekler. Ancak adamı önce saklandığı delikten dışarı
çıkartmamız gerekli. Orada operasyon yapamayız.
Bahsettiği adam APO idi ve Suriye’de
saklanıyordu. Orda operasyon yapamazlardı çünkü bir süre önce MİT'in özel ekipleri
Suriye'ye sızmışlar ve Bekaa vadisinde Abdullah Öcalan'ın yerini saptamışlardı.
Yapılacak tek şey, onun konvoyunu Şam yolunda kıstırmak ve işini
bitirmekti. Hazırlıklar son safhada iken bir MGK (Milli Güvenlik Kurulu)
toplantısından sonra 4 yıldızlı bir general gazetecilere, "nefesimiz
APO'nun ensesinde" diye demeç verince Suriye yönetimi
uyandı ve APO'yu Şam'da çok iyi
korunan, bakanların da oturduğu yüksek güvenlikli özel bir yere yerleştirdi.
Buradaki bir operasyon, ortalığı kan gölüne çevirirdi. Demeçten sonra MİT
ajanları, yıldırım hızı ile Suriye'yi terk etmek zorunda kalmıştı.
CIA başkanı haklıydı. Önce APO'yu oradan
dışarı çıkartmak gerekliydi. Telefon konuşması iki taraf uzmanlarının MOSSAD'ın
da katılması ile 3 gün sonra Ankara'da bir araya gelmeleri kararı ile bitti.
MİT başkanı Şenkal Atasagun bilgi vermek üzere derhal başbakanlığa,
Bülent Ecevit'in yanına gitti ve durum hakkında bilgi verdi. Toplantı birkaç
gün sonra Ankara'da gerçekleşti ve CIA, MOSSAD ve MİT, APO'nun Suriye'den
dışarı çıkartılması için tek yolun Türkiye'nin Suriye'yi ciddi bir şekilde,
savaşla tehdit etmesi konusunda anlaştılar.
Bu konuda Amerika ve İsrael neden
Türkiye'yi destekliyorlardı? Destekliyorlardı çünkü;
1-PKK Marksist bir terör örgütü
idi. Ruslara yakın Amerika'ya karşıttı. Elbette ki bu da,
Amerika'nın hiç işine gelmiyordu.
2-Türkiye'nin, APO yüzünden Suriye'ye
karşı (Amerika ile ya da Amerika ‘sız) askeri bir harekât yapacağı artık nerede
ise kesinleşmişti. Türklerin sabrı kalmamıştı. Bu bağlamda Suriye
ordusunun Türklere direnmesi imkânsızdı. Türk ordusu 48 saatte Şam'a
bayrağı dikerdi. Dikerdi de sonra ne olurdu? Saddam'ı, İran'ı hesap etmek
gerekliydi. Fransa ve Çin kesinlikle olayı BM güvenlik kuruluna taşıyacaktı. Suudiler
‘in tepkisi kestirilemiyordu. İsrael bu gelişmelerden kesinlikle olumsuz
etkilenecekti.
3- APO İsrael karşıtı idi. Bu
da İsrael oğullarını rahatsız ediyordu.
Hep beraber APO'nun defterini dürmeye
karar verdiler. Yani İsrael'in de, Amerika'nın da kendi hesapları vardı. Yoksa
kimse kimsenin karakaşına, kara gözüne bayıldığı için elini taşın altına
koymaz.
Karar verildikten sonra Ankara'ya MOSSAD
ve CIA bilgi yağdırmaya başladı. MOSSAD, Suriye Birlikleri'nin yerlerini,
sayılarını, cephane ve ateş gücünü, hareket etme yeteneklerini bildiriyordu. Hatta
yedikleri yemeklere varıncaya kadar. Hatta Suriye hava kuvvetlerindeki
pilotların kaçının gözlerinin bozuk olduğuna kadar...
Bakın bu noktada bu bilgilerin neden
önemli olduğunu açıklamak lazım. İsrail'in Lübnan'ın işgali sırasında Libya
lideri KADDAFİ çok sert açıklamalarda bulunmaya başlar. Bu delinin ne
yapacağı belli değildir. Libya'nın elindeki Rus malı savaş uçakları
İsrail'e kadar gelebilecek yetenekte idiler. Oysa İsrail Libya'dan
hiç çekinmemektedir. Bunu İsrael’li bir yetkiliye soran gazeteci şu cevabı
alır:
-Biz Libya hava kuvvetlerinde Ruslardan
aldıkları bu gelişmiş savaş uçaklarını kullanabilecek kaç pilotun uygun
olduğunu biliriz. Örneğin eli titreyen, gözü bozuk olan ve bilgisayar konusunda
çok ileri derecede bilgisi olmayanlar bu uçakları kullanamazlar. Libya hava
kuvvetlerinde bu özelliklerdeki savaş pilotu sayısı 10 kadar. Bu nedenle
Libya'daki savaş uçaklarını Rus pilotlar kullanıyor. Moskova da
pilotlarına böyle bir emir vermez. Bu yüzden Libya'dan çekinmemizi
gerektirecek bir durum yok.
Son olarak İsrael'den Ankara'ya kuyruk
numarası olmayan beyaz bir Jumbo jet gelir. Uçaktan 5 İsrael'i iner. Çok
özel 5 kişi. Gizlice geldiler. Gizli demek gerekli, çünkü İsrael bunu
asla kabul etmez. İsrael’li 5 kişilik tim, Suriye Ordusu hakkında en gizli ve
son bilgileri Genel Kurmay Başkanlığı'nda MİT temsilcilerinin de katıldığı
toplantıda masaya bırakırlar. Sonra essiz sedasız geldikleri gibi
giderler...
Dönemin cumhurbaşkanı rahmetli Demirel
bir yurt dışı gezisinde Türkiye'nin Suriye'ye karşı sabrının taşmakta olduğunu
söyler. Bu yeni bir haber değildi. Çok ilgi çekmez. Fakat bir şeyler oluyordu.
Türk Ordusu Suriye sınırına yığınak yapmaya başlamıştı. Özel timler Suriye'ye
sızmaya başlamıştı. Yabancı istihbaratlar ülkelerine bir Türkiye Suriye
savaşının çok olası olduğu hakkında raporlar veriyorlardı. Esas planın APO'yu
Suriye'den çıkartmak olduğunu kimse bilmiyordu. Buna Türkiye ve Amerika'daki
sivillerde dâhildi. MİT de, CIA de MOSSAD da olayı gizli tutmayı başarmıştı. Bu
üç gizli servis olayı bambaşka bir yöne çekmeye muvaffak olmuştu. Oysa
durum çok ciddi görünüyordu. O kadar ki Türk F-16 ve F-4 pilotları
uçaklarında idiler... Her şey düğmeye basmaya kalmıştı...
Derken bir 4 yıldızlı Türk generali
Suriye sınırında alışılmamış derecede sert açıklamalar yapar. Arap dünyasında
alarm zilleri çalmaya başlar. Arada Amerika bazı Arap dostlarına durumun
ciddiyetini fısıldamaya başlar. Arap dünyasının ağabeyi Mısır
başkanı Mübarek'e de "bu sefer Türk'ler
ciddi" diye bir mesaj gönderir. Mübarek soluğu
Ankara'da alır. Derhal Demirel'i ziyaret eder. Demirel çok sert ifadelerle
sabırların taştığını, düğmeye basılmasının an meselesi olduğunu anlatır.
Arabuluculuk dönemi bitmiştir. Mübarek "derhal
Kahire'ye döneceğini ve ertesi günü Şam'a gideceğini" söyler. Kurt
politikacı Demirel müthiş bir cevap verir:
-Yarın çok geç olabilir...
Mübarek Kahire'ye filan dönmez derhal
Şam'a gider. Durumun ne kadar ciddi olduğunu anlamıştır. Hafız Esad'a durumu
anlatır. Ya APO'yu verecekti ya da Türk ordusu Suriye'ye giriyordu. Hafız
Esad "APO'yu başka bir ülkeye sınır dışı etmeyi"
teklif eder. Olurdu tabii. Her şey planlandığı gibi gidiyordu.
Planın amacı zaten APO'yu saklandığı o delikten dışarı çıkartmaktı. Böylece
askeri harekâta da gerek kalmayacaktı. APO'nun uçağı kalktıktan 5 dakika
sonra MİT karargâhına şu mesaj gelir.
-Balık gölden ayrıldı...
Öcal'ın uçağı oradan oraya dolaştı.
Yunanistan sırf Türkiye düşmanlığı yüzünden APO'yu konuk
etmeye istekliydi. Ancak, Amerika'dan "O takdirde
Türkiye ile savaşı göze alın" mesajı gelince vaz geçtiler. Avrupa'da
hiç bir ülke APO'yu kabul etmiyordu. Sadece İtalya kabul etti. Fakat tepkiler
çok büyüktü oradan da gönderdiler. Sonunda APO Kenya'nın başkenti
Nairobi'ye gitti. Yunanistan büyükelçisinin konutuna yerleşti. MİT özel
bir jet (Cavit Çağlar'dan) kiraladı. Pilotlardan birisi yabancı uyrukluydu. Uçak derhal Nairobi'ye gönderildi ve oraya
vardığında alanın bir köşesine çekilip beklemeye başladı. Tam o sırada dünya
istihbarat tarihine geçecek müthiş bir iş becerildi.
Yunan büyükelçisi ve APO'nun
yanındakiler daha evvel aradıkları fakat cevap alamadıkları Hollanda büyükelçisini
tekrar aradılar. Bu sefer, haberler iyi idi. Hollanda, APO'nun
siyasi sığınma isteğini kabul etmişti. Bir uçak yarın Nairobi'ye gelecek, APO
ve yanındakileri alarak Hollanda'ya götürecekti. Herkes çok mutlu idi. Ancak
bilmedikleri bir şey vardı. Onlar telefonda, Hollanda büyükelçisi ile
konuştuklarını sanıyorlardı. Oysa konuştukları kişi MOSSAD'ın mükemmel Flamanca
ve Hollanda İngilizcesi konuşan bir ajanı idi. Onlar Hollanda konsolosluğunu
her aradıklarında telefon MOSSAD'a bağlanıyordu.
Beklenen gün geldi. Dokuz siyah cip kapıya
sıralanmıştı. Hepsinde de kravatlı zenciler vardı. Ama bazıları Amerikalı
idi. Elbette APO bunu bilmiyordu. Kendisini öndeki cipe aldılar. Arkadaşları
arkadaki arabalara bindiler. Havaalanına gelince APO'nun arabası konvoydan
ayrıldı. Arkadaki arabalardaki APO’nun arkadaşları kıyameti kopardıysalar da
bir netice elde edemediler. APO yalnız kalmıştı. APO, Kıbrıs Rum kesiminden
aldığı pasaport elindeydi ve bindiği cip doğrudan aprona girip park etmiş
uçağın yanına geldi. Merdivenlerde sarışın bir pilot APO'ya selam verdi. APO
sarışın pilotu görünce içi rahatladı. Artık Hollanda'ya gideceğine emindi.
Merdivenleri çıktı. Pilotla selamlaştı ve uçağa girdi. Uçağın kapısı kapandı. İçerideki
MİT subay ve astsubayları kendisini bekliyorlardı. Partiya
Karker Kurdistan (Kürdistan İşçi Partisi) yani PKK'nın kurucusu
ve lideri Abdullah Öcalan, yakalanmıştı.
Bundan sonrasını herkes biliyor. Uçağın
kapısı kapanınca APO’ya önce sakinleştirici bir iğne yapıldı. Sonra kimlik
tespiti için gerekli çalışmalar tamamlandı. Bir yanlışlık yoktu, ellerindeki
adam APO idi. Uçak Türk hava sahasına girdiğinde APO kendine gelmişti.
Ajanslar, Ecevit’e dayanarak haberi geçmeye başladılar. Türk subaylardan biri APO’ya “memlekete hoş
geldin” dedi. Plana göre uçak Bandırma’ya inecekti, fakat hava muhalefeti
yüzünden önce İstanbul’a indi, sonra durum düzelince Bandırma’ya hareket
ettiler.
APO macerası bitmişti...
Hikâyenin aslı bu…
Aaron Baruch (Ankaralı)
Kaynakça : Sedat
Sertoğlu - Yazsam Olay Olur - GOA yayınları 2006
Sedat Sertoğlu kimdir:
Babası Murat, amcası Mithat Bey,
dedesi Selami İzzet ve dayısı İzzet Sedes gibi kendisi de gazeteci olan, Tevfik
Fikret'le akrabalığı bulunan Sedat Sertoğlu için bir de iddia var: MOSSAD
ajanlığı.
"Günaydın'da çalışmaya başladım, 2 ay mı ne olmuş. Bir sabah yazı işleri toplantısına geldi Haldun (Simavi) Bey elinde bir kâğıt ile geldi. Birisi dedi böyle bir mesaj koymuş benim masama. Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanıdır. Eğer dedi Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanı ise hepinizden daha akıllıdır."
Sözün sahibi Sedat Sertoğlu'dur. Sertoğlu, Türkiye'de gazeteci olarak tanıdığımız birisidir. Sertoğlu, vakti zamanında Milliyet gazetesinin Ankara Temsilciliği yapan dayısı İzzet Sedes'in kendisini Abdi İpekçi ile tanıştırması neticesinde gazeteciliğe adımını atmıştır: "Dayım, Abdi seni çok sever, bir dene belki seversin gazeteciliği” dedi.
Yıl 1966'dır. Sertoğlu, Milliyet'e
polis muhabiri olarak girer. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965'te
kazanan, üniversitede ikinci yılına başlamaya hazırlanan Sedat Sertoğlu, bir
ara Abdi İpekçi tarafından çağrılır:
"O zaman gazetelerin imkânları
böyle değil. “Ne yaparsan saat 14'e kadar yapman lazımdı. O zamanlar üniversite
öğrencileri sabahçı ve öğlenci idi. Ben de sabahçı idim. İpekçi gündüz çalışman
lazım, ya gazete ya üniversite dedi. Ben gazeteyi tercih ettim."
Sedat Sertoğlu aslında ünlü bir
gazetecinin oğludur. Hatta ailede dayı İzzet Sedes'in dışında, Sertoğlu'nun
anne tarafından büyükbabası Selami İzzet ile amcası Mithat Sertoğlu da
gazetecidir.