27 Şubat 2021 Cumartesi

ŞELİ NATAN GAON’A CEVABIMDIR…

 





ŞELİ NATAN GAON’A CEVABIMDIR…

Türkiye’deki Sefarad Kültürü Araştırma Merkezi, 21 Şubat Pazar gün zoom üzerinden ULUSLARARASI LADİNO GÜNÜ etkinliği gerçekleştirdi. Etkinlik İsrail’deki Türkiyeliler Birliğinin Facebook sayfalarından da eş zamanlı olarak izlendi.

Konuşmacılardan Şeli Natan Gaon İsrail’de katıldığı akrabalarının bir düğününü esprili bir şekilde anlatmış ve İsrail’i bir güzel batırmış. Çok üzüldüm, çok talihsiz bir konuşma olmuş.

Şeli düğüne katılanların kıyafetlerine bir güzel giydiriyor. Kiminin ayağında sandaletle kiminin şortla kiminin kadınların her yerlerini gösteren açık kıyafetlerle geldiğini anlatıyor hatta onlara “desbragadas” yani “kılıksız, çıplak” diyor.

Şeli, o kızlar bu memlekette askerlik yaptılar, İsrail için ateş hattında erkek kardeşleriyle vuruştular, biri birilerinin canlarını kurtardılar, bazen de biri birilerinin kucaklarında öldüler. Onlar yuvadan beri kız erkek birlikte büyüdüler, birlikte yediler, birlikte uyudular, birlikte yaşadılar. Cinsellik senin alıştığın gibi algılanmıyor buralarda. Çıplaklık kimsenin umurunda değil.

Bir de Şeli, bak, İsrail’liler kendileri için yaşarlar, başkaları için değil. Kendi beğendiklerini giyerler, başkalarının ne diyeceğini düşünmezler. İsrail’liler kitabın içine bakarlar, cildine aldanıp satın almazlar… İsrail’leler biri birilerine göz seviyesinden bakarlar, kimse kimseyi kıyafetinin pahalılığına bakarak değerlendirmez, bu ülkede insanlar birbirilerini servetlerine, kıyafetlerine bakıp sosyal sınıflandırmaya tabi tutmaz.

Ne yazık ki senin “desbragadas” dediğin o insanlar senin ve senin gibi düşünenlerin bu yanlış düşünce tarzına “desbragada” diyorlar. Esas çıplak olan senin düşünce tarzın, senin yorumun.

Bir de hayatlarını birleştiren o gençlerin bir rav tarafından değil de stand up yapan birisi tarafından evlendirildiğini ve dolayısıyla bu gençlerin evliliklerinin geçersiz olduğunu ima ederek çocuklarının “mamzer” yani “piç” olacağını anlatıyorsun.

Şeli, Yahudilikte ruhban sınıfı yoktur. Rav’larda sen de ben de aynıyız, eşitiz. İsteyen ravla evlenir isteyen komedyenle. Bu kimseyi ilgilendirmediği gibi bu çiftlerin çocukları senin kadar, benim kadar saygın çocuklardır. İsrail’in çocuklarına anneleri, babaları, icap ederse devlet sahip çıkar, teudat zeut’u olan her çocuk İsrail için çok çok kıymetlidir. Kimse onlara “mamzer” diyemez…

Cincinnati’de bir üniversitede eğitim görevlisi olan bir Türk Yahudisi genç yıllar evvel Türkiye’de evlenmek istedi. Kizba parası ödenmediği gerekçesiyle hahambaşılık bu çifti evlendirmeyi reddetti. Genç çift Kuzguncuk’ta bir evde şahitler huzurunda bir arkadaşları tarafından evlendirildi. Hahambaşılık bu çifte ketuba verdi. Bu düğünün canlı şahitlerinden birisi hala İsrail’de yaşıyor.

Biz bu memlekette Sefaradı, Eşkenazı, Mizrahisi, Bedevisi, Dürzisi, Arabı, Etopyalısı Hristiyanı Müslümanı bir arada yaşıyoruz. Ateisti de var, ultra ortadoksuda, hiloniside… Lezbiyen, eşcinsel heteroseksüel bir aradayız. İsrail’de hiçbir memlekette olmadığı kadar çeşitli gelenekler, adetler var. Ama kimse, kimsenin adetleriyle senin yaptığın gibi alay etmiyor.

Komiklik yapmak uğruna Ladino konuşulan bütün ülkelerden izlenen bu programda İsrail düğünüyle alay ettin. Çok yanlış oldu. Kim bilir, eğer iki eşcinselin düğününe katılsaydın neler yazacaktın.

Bu programı hazırlayanlar en az senin kadar suçlular. Hiç mi düşünemediler, İsrail ile alay edildiğinin, küçük düşürüldüğünün hiç mi farkına varmadılar, ya da umurlarında mı değil,  bu kadar mı kafalar kuma gömülmüş.

Defalarca yazdım, sen ve senin gibi düşünenler okumuyor musunuz, okuduğunuzu anlamıyor musunuz bilemiyorum. İsrail’i bu ülkede en az beş sene yaşamadan eleştirmeye kalkmayın. İsrail’i turist gibi gelerek, senede 15-20 gün burada yaşayarak anlayamazsınız.

Bu topraklarda yaşamadan İsrail’i anlamak, hissetmek, her babayiğidin harcı değil. Hele benim memleketimle, benim ülkemin adetleriyle, insanlarıyla alay etmek, kadınlarına “desbragadas,” çocuklarına “mamzer” demek hiçbir babayiğidin harcı değil.

 

Aaron Baruch (Ankaralı)

 

NOT: 15 gün evvel yayınladığım ÜÇ SÖYLEM yazımın ikinci hatta üçüncü bölümlerinin en kısa sürede yayınlamaya çalışacağım. 





13 Şubat 2021 Cumartesi

ÜÇ SÖYLEM…

 






Hitler döneminde Türk Yahudilerinin Türkiye tarafından kurtarıldığı üç söylemle dile getirilir.

1-    Alman İşgali altındaki Fransa’da yaşayan Türk Yahudilerinin Türk diplomatlarca kurtarıldığı…

2-    Nazilerin iktidara gelmesiyle görevlerinden alınan ve Almanya’yı terk etmek zorunda kalan Alman Yahudisi akademisyenlere Türkiye’nin kucak açtığı…

3-    Türkiye’nin İkinci Dünya savaşı sürerken soykırımdan kaçan Yahudi mültecilere hoşgörü ile davranıp kapıları açtığı…

Bugün bu iddialardan birincisine karşı olan tezleri dile getireceğim. Önümüzdeki iki haftada ise diğer iddialara karşı neler söylenmiş neler yazılmış onlara bakacağım.

Belki bugün artık “bu konuları konuşmanın faydası yok” gibi düşünebilirsiniz. Ancak cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye’de yaşayan 85 bin civarındaki Yahudi nüfusun, bugünlerde neden 10-15 bin kişiye kadar azaldığını doğru anlarsanız önümüzdeki 20 sene içerisinde neler olacağını ve neden olacağını daha isabetli olarak tahmin edebilirsiniz.

Alman işgali sırasında Fransa’da yaşayan Türk Yahudileri Türk dış işlerinden bırak yardım görmeyi, neredeyse Almanlara teslim edilmişlerdir. Bu konuda pek çok roman ve filim yapılsa da gerçeklerin ortaya çıkmak gibi bir huyu vardır.

Onları öldüren Almanlar kadar, ölümden kurtarmayan, ölüm kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiçbiriniz masum değilsiniz…

 

1990’larda Türkiye her fırsatta Türk diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi soykırımdan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam, bir propaganda malzemesi miydi?

1940 yılında Fransa’daki Türk Yahudilerinin sayısı dönemin Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 13 bin 500 civarındaydı. Bunların 3 bin 500’ü muntazam, 10 bini muntazam olmayan Türkiye vatandaşıydı.  Peki, bu “muntazam vatandaşlık” ne demek? Bu sorunun cevabını 4 Haziran 1928 tarihli resmî gazetede yer alan vatandaşlık kanununda görüyoruz. Buna göre beş seneden fazla sürede kendisini tescil ettirmeyen kişiler isterlerse vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada kilit sözcük “isterse”. Elimizdeki çok sayıda veri bu maddenin en olumsuz şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık statüsündeki Yahudilerin korunmadığını gösteriyor. Çünkü “vatandaşlık ilmühaberi” 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Üstelik Türkiye, savaş yıllarında vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu belgeleri karaborsadan satın almak zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları arasında değil vatandaş yapmak, 3.500 Türkiye Yahudi’sini Kurtuluş Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır konsolosluğa uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.

Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:

Behiç Erkin: 1939 yılında Paris’te Büyükelçi olarak göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.

Türk Konsolosluğu Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece 114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile iş birliği içinde- gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken kurtarılmayan ya diğerleri?

Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen, maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi acaba?

 

Necdet Kent’in bu olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir eleman olması şüpheleri daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint Charles’tan hiçbir zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini söylemektedir. Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit bulunamaz. Olayı Necdet Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak mümkün olmamıştı.

Araştırmacı Corrina Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini okurun takdirine bırakıyorum.

Haftaya diğer iddiaları cevaplamak üzere şimdilik bu yazımı sonlandırıyorum.

Esen kalın,

Aaron Baruch (Ankaralı)

 

NOT: Bu yazımdaki bilgileri tüm detaylılarıyla İzzet Bahar’ın “İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Yahudi Meselesi” kitabında bulabilirsiniz.

Hatta Türkçe okuyabilen herkesin bu kitabı okuması gerekli olduğu kanaatindeyim.

Hemşerim Sayın İzzet Bahar’a bu kadar önemli akademik bir eseri bizlere sunduğu için ne kadar teşekkür etsek azdır. Kendisine saygılarımı sunuyorum.

6 Şubat 2021 Cumartesi

MANTIK SENİ A NOKTASINDAN B NOKTASINA GÖTÜRÜR… HAYALLERİN İSE HER YERE… ALBERT EINSTEIN…

 


 


19 Yaşında evlendi, 22 yaşında bir kazada annesini ve babasını kaybetti, 23 yaşında iflas etti, 24 yaşında boşandı, 25 yaşına geldiğinde hayattan mezun olmuştu ACUN ILICALI…

Gecenin üçünde rakip kanala transfer olduğunda Beşiktaşlı ünlü futbolcu Daniel Amokachi ile beraberdi. Telefondaki Şansal Büyüka’nın yardımcısı:

“Acun, Şansal Abi seni bizim ekipte görmek istiyor” demişti…

Konuşmayı işiten Amokachi Acun’a:

“Milyon dolarlık futbolcuyum, kimse beni gecenin üçünde transfer etmeye kalkmadı, ne veriyorlarsa 10 katını iste” dedi…

Acun Şansal Büyüka’nın yanına vardığında gecenin o saatinde bütün ekibi masanın başında buldu. Şansal:

“Uzun zamandır peşindeyim Acun, kısmet bugüneymiş” dedi.

“Abi ben her gün antrenmanı izlemeye gelemem.”

“Olur.”

“Aldığım maaşın 5 katını isterim.”

Utandığından mıdır yoksa korkaklığından mı bilinmez 10 katı diyememişti…

“Veririz.”

“Abi, bir de öğleden sonra uyuma alışkanlığım var.”

“Uyuturuz.”

Acun o gün 11 bin dolar maaşla Şansal Büyüka’nın “Televole” programının içinde sunulmak üzere “Acun Firarda” programını yapmaya başladı…

Bir yarışma programı vardı hatırlar mısınız? “Dokun Bana…” Sahnede bir araba, yarışmacıların bir eli arabada, devamlı dokunuyorlar, bırakan yanıyor, en son kalan kazanıyor ve arabayı alıyordu… Yarışma günlerce sürüyor, kimi yarışmacılar halüsinasyonlar görmeye başlıyor, kimi hastanelik oluyordu. Programın sunucusu arabanın markasını yanlış söylemek gibi hayati bir hata yapınca kovulmuştu. Şirket Acun’a teklif götürdü, o da kabul etti. Televole’ye haberler yapan, bu program içerisinde “Acun Firarda” bölümünü hazırlayan Acun Ilıcalı “Dokun Bana” programını sunmaya başladı. Bu onun ilk sunuculuk deneyimi oldu.

Arada “Acun Firar’da” rekor üstüne rekor kırıyordu. Dünyanın uzak köşelerindeki türkuaz denizleri güzel kızlarla ekrana getiren Acun, Televole programının gol kralı olmuştu. 1 saat 15 dakikalık programın 45 dakikası “Acun Firar’da” kısmına ayrıldığı oluyordu.

2002 de Türkiye’nin dünya üçüncüsü olduğu dünya kupasına basın kartı olmadığı için gidemedi. Bu ona çok koydu. “Tamam” dedi, “buraya kadar, Artık kendi programımı yapacağım.” Kendi programı için kanalla anlaştı ve bir sonbahar sabahı Şansal Büyüka’nın programından ayrıldı.

Risk büyüktü. Kanal ona 4 hafta süre verdi. İstenilen reyting yakalanamazsa “Acun Firarda” yayından kaldırılacaktı.

9 Temmuz 2002 Cumartesi, saat 22.45. İlk program, Acun Los Angles’i anlatıyor. Reytingler yerde sürünüyor.

16 Temmuz 2002. İkinci program. Acun bu sefer Porto Riko’da. Reytingler gene berbat.

Üçüncü program. İspanya San Fermin festivali. Bu sefer Acun bülbülü yakalamıştı. Milyonlar ekran başına kilitlendi. Artık Cumartesi akşamlarının değişmez reyting kralı “Acun Firarda” olmuştu. Acun bu program için tam 104 ülke gezdi.

Sonunda gidecek yer kalmayınca dünyaca ünlü formatları Türkiye’ye getirmeye karar verdi. İlk deneyimi “Fear Factor” ile yaşadı. Hani şu yılanlarla, dev örümceklerle yarışmacıyı bir akvaryum gibi bir şeye koyuyorlar ve şarkı söylemesini istiyorlar. İğrenç bir program. 12 bölüm çeken Acun birinciliği kimseye bırakmadı. Peşinden “Var mısın, yok musun” geldi. Bu programda Ahmet Çakar’ı sunucu yapmak istedi. Ama kanal kabul etmedi. “Sen sunarsan varız” dediler. Bir problem daha vardı. Programın saati 17.30 olarak belirlenmişti. Çaresiz kabul etmişti.

Ertesi gün moraller sıfırdı. Reyting yerlerde sürünüyordu. Üçüncü gün kanal programı kaldırmayı tartışmaya başladı. Acun kanal yöneticilerine “değişiklik yapacağım, tutmazsa kaldırırız” dedi.

Bütün gece dünyada 20 ülkede yayınlanan programları seyretti. İngiltere’deki rekor kıran bir programı seyrettiğinde “işte bu” dedi.

Ertesi gün çekimi yapılan 15 bölümün kasetini çöpe attılar. Çok ilginç ve duygusal bir hayat hikayesi olan Mehtap hanımı çektiler ve yayınladılar. Işıklar yarışmacıya odaklanıyor o öne çıkartılıyordu. Reytingler oynadı. Artık izleyiciler eğlenmiyor ancak duygusal anlar yaşıyorlardı. Değişiklik tuttu. 450 bölüm yayınlanan program 350 birincilik aldı. Acun bu programın dünyadaki formatını da değiştirip ünlü isimleri konuk olarak stüdyoya soktu.

Sıra “Yetenek sizsiniz” programındaydı. Yöneticileri Macaristan’da yakaladı. Onları ikna etmek çok zor olmadı. “Yetenek sizsiniz” yayına girdi. Acun artık yolu bulmuştu: Dünyaca ünlü formatları Türkiye’ye getirecekti. Bu formatların yöneticileri Acun’a hayır diyemiyorlardı. Pazarlık masasında artık onun eli güçlüydü.

15 Nisan 2009 da Türkiye’nin vergi rekortmenleri açıklandığında büyük bir sürpriz vardı. Birinci Seda Sayan, ikinci ise Acun Ilıcalı’ydı.

Hollandalı yıldız Pierre von Hooijdonk’tan onun ülkesinde yayınlanan the Voice programını işitti. Hollandalı “milli maçları bile bu program solluyor” demişti. Hemen YouTube’a girip programı izledi. Sabaha kadar uyumadı. Hemen yöneticilerle irtibata geçti. Ama geç kalmıştı. Programın sahipleri başka bir kanalla anlaşmışlardı. Acun müthiş bir atak yaptı ve yöneticinin asistanına dedi ki:

“Bak, telefonunuzdan +90 ile başlayan herhangi bir numara çevirin, eğer beni tanımayan biri çıkarsa programı bana vermeyin.”

“Tamam, size döneceğiz.”

Bir saat sonra Acun’un telefonu çaldı:

“Ne zaman Hollanda’ya gelebilir siniz?

“Ben zaten Hollanda’dayım.”

“Saat sabah 8’de bizde olabilir misiniz?”

“Ne demek 7’de ordayım.”

Programın yöneticileri bu enerjiye delirdiler. Toplantı çok uzun sürmedi. Ancak yöneticilerin programı vermek için bir şartı vardı.

“Bize bir yıllık ücreti peşin ödemeniz gerekiyor.”

“Bir yıl bana yetmez, size iki yıllık ödeme yapacağım.”

“Ya programı yayınlayacak bir kanal bulamazsanız ne olacak?”

“Eğer ben üç gün içerisinde Türkiye’de bu programı yayınlayacak bir kanal bulamazsam param da yansın.”

“The Voice” yeni “O ses Türkiye” Acun için milat oldu.

Acun hızını alamamıştı. Yunanistan’daki ekonomik krizi izlediğinde Hollandalı yöneticilerle tekrar buluştu.

“Programın Yunanistan’daki haklarını istiyorum.”

“Veremeyiz, orada bir kanal ile anlaşmamız var.”

“Ödemeler zammında yapılıyor mu?”

Yöneticiler birbirilerine bakmaya başladılar. Acun zaten bu durumu tahmin ederek masaya oturmuştu.

“Size peşin ödeme yapacağım.”

Acun The Voice’un Yunanistan haklarını aldığında, Yunan gazeteleri ertesi gün “kim bu Türk” diye yazmaya başladılar.

Acun’un kafasında şimdi başka bir proje vardı. Yıllardır kendi kazandığının iki mislisinin kanallara kazandırmıştı. “4 gün yayın yapan birisi 7 günde yapar” diye düşünüyordu. Yeni hedefi kanal sahibi olmaktı.

TV 8 her bakımdan tam aradıkları gibi bir kanaldı.  11 Kasım 2013 günü TV 8’in sahibi Mehmet Nazif Günal ile randevulaştı. Acun kanalı 65 milyon dolara satın aldı. Hemen ekibini aradı. “Bu iş tamam” dedi.

Ellerinde “O Ses Türkiye” “Survavior” ve “Yetenek Sizsiniz Türkiye” programları vardı.

Dizi endüstrisinde Türkiye’den darbe yiyen Latin Amerika şimdi rotayı yarışma programlarına çevirmişti. Acun’un kapısını çaldılar.

Acun Meksika için “Exathlon Meksika” adlı Survavior benzeri programla halkın karşısına çıktı. Program orada da çok tutuldu.

Acun birinci günden beri ekibini hiç bozmadı. Şoförünü de askerlik arkadaşını da hiç unutmadı. Bu işin bir ekip işi olduğunu hep göz önünde bulundurdu.

Ona “deli misin, git artık hayatını yaşa” diyenlere “bir hayat kurup ortaya doğru gitmeye çalışsaydım, buralara asla gelemezdim” diyordu.

 

Ceyhun Kuburlu’nun DELİ MİSİN SEN kitabından alıntıdır.

 

Aaron Baruch  (Ankaralı)