24 Şubat 2018 Cumartesi

HOLOCAUST VE TÜRKİYE...









Değerli dostlarım,

Geçmişi deşmekte fayda yok. Ancak ülkeler, milletler tarihleriyle yüzleşmelidirler. Geçmişle hesaplaşmadan geleceği kurmak mümkün değil. Hiçbir gerçek gizli kalmaz. Hesaplar kapanmalı, temiz sayfalar açılmalı…

Türkiye ve Holocaust… Türkiye II.Dünya Savaşına girmedi. Türk Yahudileri Holocaust’tan etkilenmedi… Öyle mi acaba?

Üstelik Türk diplomatlar Avrupa’da yaşayan binlerce Yahudi’yi Almanların elinden kurtardı. Gerçekten mi?

Ben tarihçi değilim. Ama tarihi okuyan birisiyim. Bilgi evrenseldir. Paylaşılmalıdır. Gerçeklerin daha geniş kitleler tarafından öğrenilmesi için okuduklarımı, öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.

1990’larda Türkiye her fırsatta Türk diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi Holocaust’tan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam, bir propaganda malzemesi miydi?

Hangi diplomatlar hangi efsanelerin kahramanı olmuşu?

Bu konuda erişebildiğim bilgiler aşağıdaki satırlarda şimdi sizlerle buluşacak. Onları öldüren Almanlar kadar,  ölümden kurtarmayan, ölüm kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiç biriniz masum değilsiniz…

Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:

Behiç Erkin : 1939 yılında Pariste Büyükelçi olarak göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.

1940 yılında Fransa’daki Türk Yahudilerinin sayısı ise dönemin Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 13 bin 500 civarındaydı. Bunların 3 bin 500’ü muntazam, 10 bini muntazam olmayan Türkiye vatandaşıydı.  Peki, bu “muntazam vatandaşlık” ne demek? Bu sorunun cevabını 4 Haziran 1928 tarihli resmi gazetede yer alan vatandaşlık kanununda görüyoruz. Buna göre beş seneden fazla sürede kendisini tescil ettirmeyen kişiler isterlerse vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada kilit sözcük “isterse”. Elimizdeki çok sayıda veri bu maddenin en olumsuz şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık statüsündeki Yahudilerin korunmadığını gösteriyor. Çünkü “vatandaşlık ilmühaberi” 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Üstelik Türkiye, savaş yıllarında vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu belgeleri karaborsadan satın almak zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları arasında değil vatandaş yapmak, 3.500 Türkiye Yahudi’sini  “Kurtuluş Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır konsolosluğa uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.

17 Haziran 1942 de Almanlar tutuklu 150 Türk Yahudi’sinin akıbetini Türk konsolosluğuna sorar. Konsolosluk  “bu kişiler Türkiye vatandaşı değil” deyince hepsini toplama kampına gönderir.

Dahası, Türk Konsolosluğu Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece 114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde- gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken kurtarılmayan ya diğerleri?

Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen, maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi acaba?

Necdet Kent’in bu olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir “eleman” olması şüpheleri daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint Charles’tan hiçbir  zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini söylemektedir. Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit bulunamaz. Olayı Necdet Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak mümkün olmamıştı.

Araştırmacı Corrina Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini okurun takdirine bırakıyorum.

Selahattin Ülkümen : Alman işgalinden sonra Korfu adasındaki Yunan ve Türk Yahudileri,   ölüm kamplarına gönderildi; ama Rodos Adası’nda Türkiye başkonsolosluğu görevi yapan Selahattin Ülkümen, yaklaşık 1700 kişilik Yahudi toplumundan 42 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Temmuz 1944’te, Gestapo adadaki bütün Yahudilerin üslerinde toplanmasını istedi. Neden olarak onların geçici bir süre için daha küçük bir adaya gönderileceklerini söylediler ama gerçekte Auschwitz’deki gaz odalarına gönderileceklerdi.
Ülkümen Alman karargâhına gider ve General Kleeman’a Türkiye’nin savaşta tarafsız olduğunu hatırlattır. Sadece Türk Yahudilerinin ve eşlerinin ki birçoğu İtalyan ve Yunandı, serbest bırakılmalarını ister. Önce bu isteği kabul etmeyen Kleeman, Nazi kanunlarına göre “Yahudi Yahudi’dir ve hepsinin toplama kampına gitmesi gerekmektedir” cevabını verir. Ülkümen ise cevap olarak; “Türk kanunlarına göre ise bütün vatandaşlar eşittir. Biz vatandaşları dini farklılıklarına göre ayırmıyoruz” der. Ülkümen ayrıca Yahudilerin bırakılmaması durumunda Türk hükümetine durumu bildireceğini ve bununda uluslararası bir kriz doğuracağını belirtir ve böylece Kleeman Yahudiler’in serbest bırakmaya mecbur kalır.
Rodos Başkonsolosu Ülkümen'in tutumu, Nazilerde intikam duygusu uyandırmıştı. Savaşın sonlarına doğru  Türkiye müttefiklerin yanına yer alıp Alman ittifakına savaş ilan eder etmez, Almanya Rodos’taki Türk konsolosluğunu bombaladı. Bombardıman, Ülkümen’in hamile eşi Mihrinnisa Hanım ile iki görevlinin hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Mihrinnisa Hanım, ölmeden önce sağlıklı olarak bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Selahattin Bey’in tek çocuğu Mehmet böylece dünyaya geldi. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi yönetimi tarafından Rodos’tan sınır dışı edildi. Savaşın geri kalanında Pire'de tutuklu kaldı.
Selahattin Ülkümen, 1945’te Almanların teslim olmasından sonra Türkiye’ye dönebildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomatik kariyerine devam etti. Beyrut ve Kahire’de başkonsolosluk, CENTO’ da Genel Sekreter Yardımcılığı yaptı. 1979 yılında emekli olduktan sonra yaşamını İstanbul’da sürdürdü.
Ülkümen, Rodos Başkonsolosluğu sırasındaki kahramanlığından ve fedakârlığından ötürü 13 Aralık 1989’da İsrail Devleti'nin Naziler tarafından Holokost’a maruz kalan Yahudileri kurtaran Yahudi olmayanlara verdiği Uluslararası Dürüstler onursal unvanına layık görülmüştür. Bu ödülü alan ilk Müslüman'dır.
Nebil Fuat Ertok : 2009'da hayata veda eden Becky Behar ömrünün en uzun bölümünü Türk konsolosu Nebil Fuat Ertok’a borçludur. Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu. Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı. Temmuz 1943’te, Mussolini’nin görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi. Becky Behar henüz 12 yaşında bir çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte Milano’dan ayrıldık. Milano’daki evimizi Türk Konsolosuna emanet etmiştik. Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk. 15 Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı. Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler, hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık. Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz bir aradaydık. Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya dua edin”.
Çok genç bir Alman bize yemek getiriyordu. Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun gözlerindeki nefreti görmüştüm. Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile bağırışıyorlardı. Bir süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son derece gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli tarafından durumdan haberdar edilmişti. Ertok derhal Baveno komutanlığına gitmiş. Orada yumruğunu masaya vurmuş ve şunu söylemiş:
“Türkiye savaşta olmadığı için hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz çıkartırım.”
“Böylece o odadan kurtulduk, ben, kardeşlerim, annem ve babam."
İki gün sonra otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi. Cesetleri sonra gölde bulundu. Ertok ayrıca, 1944 yılında da Milano da tutuklanan iki Türk Yahudisinin serbest bırakılmalarını sağladı.  
Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği “aktif tarafsızlık” politikası, ciddi bir Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir. Türkiye iddia edildiği gibi değil binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci politikaları ile binlercesinin ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek çok ülkenin benzer şekilde davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha fazla utanmasına gerek yoktur. Amerikalılar ya da İngilizler farklı mı davrandı? Hangisi Yahudi göçmenlerini kabul etti? Kamplar bilinmiyor muydu? Her kes biliyordu. Kimse kılını kıpırdatmadı. Sadece savaşın son üç ayında, kamplara giden demiryolları bombalansaydı belki bir milyon Yahudi kurtulacaktı. Ancak müttefik kuvvetler stratejik değil diye bunu bile yapmadılar.
Sözün bittiği yer…
BİR DAHA ASLA….
Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça :
CORRY GUTTSTADT YAZDI  Holokost’u Yaşayan Türkiyeli Yahudiler
Ayşe Hür – Türk Shindler efsaneleri :
VIKIPEDIA

18 Şubat 2018 Pazar

STRUMA...










Sevgili dostlarım...

1941 yılının sonları… İkinci Dünya savaşının son günleri. Almanlar Romanya’nın Yaş şehrinde 4000 Yahudi’yi katletmişlerdi.

Ülkedeki diğer Yahudiler panik içerisinde gidecek, kaçacak  bir yer arıyorlardı. Çaresizdiler... Avrupa Alman   işgali altındaydı. Türkiye, Almanlarla  iyi geçinme politikası yüzünden mültecilere izin vermiyordu. Kaçacak tek bir  yer vardı. İngiliz mandası altındaki  Filistin.

İyi de, nasıl?

Bir gemi bulundu. Panama bandıralı Bulgar gemisi Struma.    1867 de Newcastle tersanelerinde inşa edilmiş, 46 metrelik, 100 yolcu kapasiteli ahşap bir gemi. Gemi Pandellis isimli bir Yunanlının Campania Mediterranea de Vapores  Limiteda acentasına bağlıydı. Geminin işletmecisi ise Dr.Baruh Konfino idi.  Basına ilan verildi. Ancak  Quen Mary  transatlantiğinin resimleri kullanıldı.  Ücret 1.000 dolardı. Kimileri her şeylerini satarak bu yolculuğa katıldılar.  Kimileri yalnız çocuklarını bu gemiye bindirebildiler  ve onları birilerine emanet edip uğurladılar.  Gemideki herkesin arkada bıraktığı bir trajedi vardı. Gelecek ise belirsizdi. Ama kimse sonlarının bu kadar inanılmaz derecede  kötü olabileceğini düşünemezdi.

Yahudiler, Köstence'de  gemiye çıkınca aldatıldıklarını anladılar. Yunanlı acente onları sakinleştirmek için esas geminin karasularının dışında beklemekte olduğunu söylüyordu. İnanmaktan başka çare var mıydı? 

Yolculuk son derece zor koşullarla başladı. Gemide bir tuvalet  dört lavabo vardı. İnsanlar yüzlerini denizden kovalarla çekilen su ile yıkıyorlardı. Gıda durumu korkunçtu. Yolculara bir portakal, biraz fıstık ve şeker dağıtılmıştı. Üç günde bir çay veriliyordu. Esas felaket  gemi Köstence'den yola çıkınca baş gösterdi. Motor sorun çıkarmaya başladı. İstanbul'a yaklaşırlarken dizel motor çatladı ve ebediyen  sustu.  S.O.S çağrısı alan bir Türk gemisi, Struma'yı  İstanbul boğazının önüne kadar çekti.  15 Aralık 1941 günü Struma, içindeki 769 yolcu ile Sarayburnu açıklarına demir attı.  Telsiz ve  aydınlatma motoru da çalışmıyordu. Ayrıca gemide mazot  ve yağ da yoktu. Ölüm gemisi sessiz bekleyişine başlamıştı.

Geminin kaptanı yolcuları indirip Bulgaristan'a geri dönmek istiyordu. İngiltere,  Yahudi göçü dolayısı ile Arapların protestoları yüzünden geminin  geldiği yere  gönderilmesi yönünde Türk hükümetine baskı yapıyordu. Almanya'nın o tarihteki müttefiki Romanya yolcuları geri almayacağını bildirmişti. Türk  makamları ise, gemidekilerin esas niyetinin İstanbul'a çıkmak olduğunu söyleyerek her türlü giriş çıkışı yasaklamıştı. Zamanın İstanbul Emniyet Müdürü Ahmet Demir olaya daha insancıl yaklaşmaya başlamıştı ki, o günlerde aniden karısı vefat etti. Yerine gelen vekil işi yokuşa sürmeye başladı. Türk yetkililer gemiye her türlü giriş çıkışı yasaklamıştı. Sahile yüzerek çıkan bir genç yakalanıp geri getirilmişti. Yahudiler ortada kalmıştı. Onları kimse istemiyordu.  Gidebilecekleri hiç bir yer yoktu.  Ancak ölmelerine izin vardı.

Gemidekiler  korkunç durumda idiler. Bu sırada Yahudi Cemaati  liderleri  Rıfat Karako ve  özellikle Simon Brod, resmi makamlarla olan iyi ilişkilerini kullanarak gemiye  Kızılay aracılığı ile sıcak yemek dağıtılmasını sağladılar.  Masraflar, Amerikan Yahudi Komitesinin gönderdiği 10.000 dolardan  karşılanıyordu. Yazışmalarla geçen 62 korkunç günden sonra İngiltere,  yaşları 11 ile 16 arasında olan 28 çocuğa seyahat belgesi verebileceklerini açıkladılar. Ama Türk makamlar buna da izin vermediler. Gemidekiler çarşaflara "emmigrants juifs - Yahudi mülteciler" yazdılar bunu geminin bordasına astılar.   Tepeye de "sauvez nous-bizleri kurtarın"  şeklinde bir bayrak çektiler. 

Türk makamlar buna çok kızdılar. 200 Türk polisi gemiye çıktı. O zavallı insanlara tekme, tokat ve copla giriştiler. Onları döve döve  güverte altına soktular. Peşinden geminin çıpasını kestiler ve  Alemdar  kılavuz gemisi  ile Karadeniz'e gönderdiler.  Gemi uzaklaşırken beyaz çarşafın  üzerinde şu satırlar  okunuyordu.  "Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti... Bizi kurtarın..." Ölüm gemisi Karadeniz'de başıboş sürüklenmeye başladı.

Allah'ım,  bu kadar yıl sonra bile yazmaya dahi  dayanamıyorum... Yaşasın Türkiye Cumhuriyeti (!) Sonra olanları biliyorsunuzdur. Bir Rus denizaltısı gemiyi açık denizde torpilledi. Gemideki herkes öldü.

Bir kişi hariç.

Davit Stoiler.  Yardıma gelen 12 kürekli Türk yardım sandalı  3 ceset ile yalnızca bu delikanlıyı bulabildi. 19 yaşındaki Davit, ümidi kesilince,  cebindeki çakı ile bileklerini keserek ölmeye karar verir. Fakat donma noktasındaki elleri ile çakıyı açamaz.  Tam o sırada yardıma gelenler onu kurtarırlar. 

Esasında kurtulan yalnız Davit Stolier değildi.  Gemide  Standart Oil Company of New York    (Kısaca Socony-şimdiki  adıyla Mobil)  petrol şirketinin Romanya Genel Müdürü Martin Segal karısı Elvira ve çocukları Alexander de vardı. Şirketin Türkiye Temsilcisi ise Vehbi Koç idi. Vehbi Koç o yıllarda Amerika'nın kara listesindeydi. Çünkü Almanya'ya, Türkiye'den, silah sanayiinde kullanılan krom  madeni ihraç etmekteydi. Kara listeden çıkış bileti ise Segal ailesi idi. Vehbi Koç zamanın içişleri bakanı  Faik Öztrak'a yaptığı özel rica sayesinde, gemi Karadeniz'e kovalanmadan,  Segal ailesini motorla gemiden  çıkartmaya muvaffak oldu. Böylece Koç, kara listeden çıkar ve bu  palazlanmasında önemli bir rol oynar.

Ayrıca Medea Salamovic isimli 4 aylık  hamile bir kadın da  kanama geçirdiği için gemiden çıkartılarak Balat'taki Or  Ahayim hastanesine yatırılmış bu sayede felaketten mucize kabilinde kurtulmuştu.  Onu kurtaran, doğmamış 4 aylık bebeği olmuştu.

Geri kalan herkes Karadeniz'in karanlık sularına gömülmüştü. Gemi personeli dâhil.

Sonra neler oldu bir bakalım... Ve hatırlayalım... Ve genç nesillere aktaralım, unutmasınlar, unutturmasınlar... O yıllarda suçu herkes gemiyi torpilleyen  Rus denizaltısına attı. Öyle ya o batırmıştı. Oysa açlık ve dizanteri ile zaten işkence çeken, soğuktan titreyen o insanlar için patlayan bir gemide bir anda ölmek ötenazi gibi bir şeydi, kurtuluştu. Rus denizaltısı için Struma, açık denizde telsize cevap ver(e)meyen kimliği belirsiz yabancı bir gemiydi. İngiltere, Almanya, Romanya ve Türkiye  aklanmak için kabahati Ruslara atacaklardı. Türkiye'de o yıllarda iktidarda bulunan Refik Saydam Hükümeti,  daha sonra "Türkiye başkaları tarafından arzu edilmeyen insanlar için vatan hizmeti göremez. Bizim tuttuğumuz yol budur. Kendilerini bu yüzden İstanbul'da alıkoyamadık." şeklinde açıklama yapacaktı.

Yıllar geçti. Bu insanlık ayıbının hatırlanması kimsenin işine gelmiyordu. Herkes işbirliği içinde olayı tarihe gömmek istiyordu.  Öyle ya, zaten ölenler Yahudilerdi, kıymeti olmayan insanlar..

Ama gömemediler.  

Önce 1990 yılında Umut Sanat adlı bir kuruluş facianın belgesini yapmaya kalktı. Ama bir sonuç çıkmadı. Peşinden faciada büyükanne  ve büyükbabasını kaybeden bir İngiliz,  Greg Buxton, 2000 yılında   batığın yerini aramaya başladı. Fakat gemiyi Teknik Dalış Takımından (TDT) aldığı destekle çalışmalarını yürüten Sualtı Araştırmaları Derneği,  üç yıllık bir çalışmanın ardından bulmayı başardı. Gemi, İstanbul Boğazı'nın 6 mil kuzeyinde, 70-80 metre derinliğinde bulundu.  Olay basında geniş yer buldu. Hatıralar tazelendi.

24 Şubat 2012 de  İstanbul'da bir anma töreni yapıldı. Geminin battığı yılda 15 yaşında olan İsak Alaton'un söylediklerine kulak verelim:

"Babam Hayim Alaton yardım komitesindeydi. 2 ay boyunca o insanların hayatta kalması için elimizden geleni yaptık.  Gemiye ilaç ve yiyecek taşıyanların arasında ben de vardım. Bilerek yaptılar. Ankara emir verdi. 769 Yahudi öldü. Bilinçli bir cinayetti. Türkiye'nin artık  özür dilemesinin vakti geldi."



Fakat hadisenin özellikle geniş insan kitleleri tarafından öğrenilmesini sağlayan Zülfü Livaneli'nin " Serenad"  adlı romanıdır. Zülfü Livaneli romanında olayı bütün çıplaklığı ile anlatır.

Davit Stoiler ise yaşama tutunabildi.  O zaman Yahudi Cemaati başkanlarından  Simon Brod'un özel çabaları ile bir müddet Türkiye’de alıkonduktan sonra  Suriye üzerinden İsrail'e gönderildi. Daha sonra Oregon'a yerleşen  ve ayakkabı fabrikası kurarak zengin olan Davit,  2001 yılında Şile'ye gelerek kendisini kurtaranlardan  İsmail Aslan ile buluşur.  2014 Mayıs ayında 91 yaşında iken vefat eder.

Ve 24 Şubat  2015. TC. Devleti Struma'yı anmak için bir tören düzenler. Bu sene de düzenlenecekmiş. Kimse özür filan dilemez ama olanlar anlatılır. Dualar edilir, denize çelenkler atılır, yani  sizin anlayacağınız hikâye... Strumanın anısı bugün İsrail'de Ashdod kentinde bir heykelle ölümsüzleştirilmiştir.


Pek çoğunuzun bu kadar detaylı değilse de Struma'nın acı hikâyesinin bildiğinizi tahmin ediyorum. Ancak  bunun gibi Türk kara sularına utançlık abidesi şeklinde gömülen yalnız Struma değildir. Yüzen tabut Salvador, Mefkûre bunlardan bir kaçı. Ama gemi hikâyelerinin en önemlisi Exodüs’tür… Şu kadarını söyleyeyim ki Exodüs’ün hikâyesi hiç de filminde anlatıldığı gibi değildir.

Hoşça kalın, sevgiyle kalın...

Aaron Baruch   (Ankaralı)


17 Şubat 2018 Cumartesi

YAHUDİLERİN OKYANUSU - İSRAEL









Torunumla konuşuyorduk. Bir sürü zor soru sordu.

-Büyükbaba, sen nerede doğdun? İsrael’de mi, Türkiye’de mi?
-Ben Türkiye’de doğdum yavrum. Ankara’da. Ağabeyim İsrael’de doğdu.
-İsrael’e geleli kaç sene oldu?
-Eh, 6 sene filan…
-Eskiden Türkiye’yi çok severdin. Hala eskisi kadar hayran mısın?
-Evet.
-Eee, o zaman neden yazılarında Türkiye’yi eleştiriyorsun?
-Seni ne kadar çok sevdiğimi biliyorsun değil mi?
-Evet, canım büyükbabam.
-Ama dün akşam eve geç geldiğin için sana kızdım ve söylendim değil mi?
-Eve büyükbaba.
-Şimdi bu seni sevmediğim anlamına mı geliyor?
-Anladım, sen Türkiye’yi yine çok seviyorsun, ama beğenmediğin taraflarını da eleştiriyorsun.
-Evet yavrum.
-Peki, Türk Yahudileri artık seni sevmiyorlar mı?
-Haydaaaa, nereden çıktı şimdi bu, onlar benim kardeşlerim, arkadaşlarım…
-Ama zaman zaman, nasıl derler, sana bir güzel giydiriyorlar…
-Bildiklerimi paylaşıyorum, anlatıyorum, ama her halde beceremiyorum, onlar da beni eleştiriyorlar. Üstelik de yardım etmek istiyorum ama…
-Peki, bana da anlatsana…
-Anlatayım.
-Basit anlat ki anlıyayım. Bir de çabuk ol, dersim var.
-Tamam. Şimdi şöyle başlıyayım. Bundan çok zaman evvel İspanya’da çok Yahudiler yaşarmış. O zamanın İspanya kralı ve kraliçesi Yahudileri ülkelerinden kovmuşlar. Hatta Yahudiler’e çok kötülükler yapmışlar. Osmanlı sultanı büyük bir iyilikte bulunmuş ve onları ülkesine kabul etmiş
-Peki, Yahudiler bu yeni ülkelerinde rahat etmişler mi?
-Evet etmişler.
-Eeee, sonra ne oldu?
-Bak şöyle düşün yavrum. Uzuuuun zaman bir evde kiracı olarak oturuyorsun. Mal sahibi sana iyi davranıyor, sende kiranı zamanında ödüyorsun, asla eve zarar vermiyorsun, hatta o evi icabında korumak için ne lazımsa yapıyorsun. Her şey yolunda yani. Derken bir gün mal sahibi ölüyor.  Mirasçılar kiracılara farklı davranmaya başlıyorlar.
-Nasıl yani?
-Zaman zaman evlere saldırıp yağmalıyorlar.  Sonra aniden hava parası diye bir vergi icat edip kiracıların bütün paralarını alıyorlar. Veremeyenleri bodruma hapsediyorlar. Hatta bir sürü insan da ölüyor… Hatta çok başka kötülükler de yaptılar.
-Olur mu öyle şey?
-Ne yazık ki oldu be yavrum.
-Peki niye yaptılar büyükbaba?
-Çünkü yeni ev sahipleri bu evde Müslüman olmayanları istemiyorlardı.
-Eeee, Yahudiler ne yaptı?
-Büyük kısmı yeni Yahudi devleti olan İsrael’e göç etti.
-Kalanlar?
-Kalanlar için hayat devam etti. Son yıllara kadar Yahudiler çok rahatsız edilmediler.
-Şimdi durum ne?
-Walla, Türkiye çok zorda. Hem içte, hem dışta savaş var. Ekonomisi de pek parlak değil. İnsanlar para kazanamıyorlar. Çocuklarına eğitim veremiyorlar. Kanunlar işlemiyor. Çocuklara, kadınlara çok kötülükler yapıyorlar. Üstelik orada Yahudileri artık hiç sevmiyorlar.
-Sen onun için mi aliyah yaptın?
-Evet.
-Peki, niye Amerika ya da Kanada’ya gitmedin?
-Evlat sana bir şey sorayım, bak bakayım pencereden, ne görüyorsun?
-Plaj ve bir sürü insan.
-Aferin, bunların hepsi Yahudi değil mi?
-Evet, elbette büyükbaba.
-Bunu sen dünyanın başka neresinde görebilirsin?
-Hiçbir yerde. Yalnız İsrael’de…
-Gördün mü ya, anladın mı şimdi?



-O zaman orada kalanlara da böyle basit anlatsana, onlar da gelsinler…
-O iş o kadar kolay değil. Zaten anlatmakla olmuyor.
-Niye?
-Akvaryumda doğmuş bir balığa okyanusu anlatabilir misin?
-…
-Anlatamazsın yavrum. Görmesi, yaşaması gerek.
-Büyükbaba, okyanus dediğin İSRAEL oluyor değil mi?
-Evet yavrum. İSRAEL biz Yahudiler’in okyanusudur.
-Baruh HaŞem büyükbaba.
-Baruh HaŞem evlat…

Torunumla biraz sohbet ettik de…
Sevgiyle kalın, hoşça kalın…
Görüşmek üzere…



Aaron Baruch  (Ankaralı)

10 Şubat 2018 Cumartesi

İSKİLİP'Lİ ATIF HOCA VE VAKKO







VİTALİ HAKKO


Geçen hafta internette bir haber sitesinde Mustafa Güldağ, VAKKO’yu şapka devrimi ile köşeyi dönen “Yahudi Türk markası”  olarak etiketledi. Aşağılıya bildiği kadar, aşağıladı… Tek kelimeyle yazıklar olsun…

Şunun kayda geçmesini isterim ki bu yazımı, başıma TÜRK şapkamı giyerek yazıyorum. Ben Yahudiyim, siyonistim ve İsrael’de yaşıyorum. Ama bu benim Türk kimliğimi ve Türkiye’yi halen  sevmemi engellemez. Bunu anlayamayanlar varsa bu onların problemidir, ırkçılıktır, cahilliktir.

Türkiye’yi dünyaya tanıtan markalardan biri olan VAKKO sahibinin dini Yahudi’dir diye nasıl karalanabilir? Bu nasıl bir gericiliktir, bu nasıl bir ırkçılık ve düşmanlıktır. Yahudi ya da Müslüman, aynı Tanrı’ya inanan aynı topraklarda yüzlerce yıl yaşamış yurttaşlarız. Mustafa Güldağ; neden Yahudi diyerek ayrımcılık yapıyorsun? Vitali ve Albert Hakko, Vakko markası altında kurdukları  şirkette binlerce insana iş verdiler, o müessese halen de dolaylı ya da doğrudan binlerce insanı doyurmakta…   Sakın haa, hiç kimse o insanların emeklerini sömürdüler gibi bir düşünceye kapılmasın, her şeyden evvel Yaradan şahittir… Ben şahidim.

Vakko’nun bir defilesi için İstanbul’un beş yıldızlı otellerinden birinde çalışıyorduk. Otel balo salonunu bize tam gece yarısı 12’de teslim etti. Defile ertesi gün saat 17’de başlayacak. Dekor, ışıklandırma vs. için deliler gibi koşturuyoruz. Saat gecenin bilmem kaçıydı, baba Vitali beni çağırdı. Yanına gittim, “gel” dedi. Arkada bir yere götürdü, elime bir kesekâğıdı tutuşturdu, baktım, içinde hamburger ve kızarmış patates var. Sonra fark ettim, başkalarına de yemek gelmiş, daha doğrusu herkese gelmiş. Baba Vitali o saatte hamburgerci açtırmış, herkese yemek getirtmişti… Adam gibi adamdı, insan gibi insandı, hak yemez, dürüst, patronların patronuydu…

Hakko’larla sayısız hatıralarım var. Onlardan aldığım dersler, nasihatler buradan köye yol olur. En son baba Vitali’yi Ak Merkez’de görmüştüm. Bir dekor hazırlanıyor, o da nezaret ediyordu. Yanına gittim, elini öpmek istedim, bırakmadı, izin vermedi, her zamanki gibi… “Baba, yetti gayri, eli öpülecek kaç kişi kaldı ki, lütfen izin ver” dedim. Güldü, bıraktı, elini öptüm. Sonra eğildim, elini başıma koydu, her halde güzel bir şeyler söyledi, sonra halimi hatırımı sordu. Biraz sonra veda edip yanından ayrıldım. Onu son görüşüm oldu…

Mustafa Güldağ “Şapka kanunundan bir Yahudi böyle zengin olmuştu” diyerek Vakko’nun patronlarını Yahudi oldukları için aşağılıyor. Bundan daha da vahimi Atatürk devrimlerini de küçümsemeden geri kalmıyor. İnceden inceye kara çarşaftan başörtüsüne, festen şapkaya geçişi de yermekte… Bu nasıl bir kafa yapısıdır, anladık yandaş medyacılık ama bu kadarına da  YUH BE !!!

Şapkadan evvel fes vardı. Fes giymeye mi devam  etseydik? Fes dediğin ne ki? 1826’da padişah II. Mahmut,  yeniçeri ocağını kapatır. Halka zorla Yunanlılardan alınan, ya da çalınan ve yahut kopyalanan fesi giymeye mecbur ederler.  İşte senin fes dediğin bu.

Kara çarşafa gelince diyecek bir şey bulamıyorum. Çok beğeniyorsan sen de giy…

Mustafa Güldağ aynı yazısında İskilip’li Atıf Hoca’nın, şapka devrimine karşı çıktığı için asıldığını da yazmış. Vakko ile Atıf Hoca’yı ilişkilendirmiş. Yani demeye getirmiş ki “Atıf Hoca’yı asan zihniyet Yahudi Vakko’yu zengin etti”  Bak bak bak bak… Şapka devrimi Kasım 1925, Atıf Hoca Ocak 1926 da yargılandı ve asıldı. Vakko ile ilgisi ne? Vakko mağazalarının ilk kuruluşu Şen Şapka, 1934 de kadın şapka mağazası olarak kuruldu.

Ama Mustafa Güldağ haklı. Bakın dostlar, 1925’de Türkiye’de okuma yazma oranı % 2,5 idi. Dolayısıyla o devirde hacıların, hocaların söyledikleri halk tarafından tartışmasız kabul görürdü. Kimsenin neyin doğru neyin yanlış olduğunu araştıracak olanağı yoktu. Bu gün değişen fazla bir şey yok. Tek değişiklik bilgi ve iletişim çağında olmamız. Türkiye’nin neredeyse tümü okuma yazma biliyor ama hiçbir şey değişmedi. Araştıran kim, bakan kim, okuyan kim, hiç kimse… meydanı böylesine boş bulan  Mustafa Güldağ gibi biri çıkıyor, sallıyor da sallıyor, herkes de “vay anasına” diyor…

İskilip’li Atıf hoca şapkaya muhalefet ettiği için asılmadı Mustafa Güldağ, vatanına, Türkiye’ye ihanet ettiği için asıldı. Kurtuluş savaşı sırasında Yunan tayyarelerinden halka bildiriler atarlar. Bu Atıf Hoca’nın fetvasıdır. Başında bulunduğu Teâlî İslâm Cemiyeti tarafından düzenlenmiştir. Oku bak Mustafa, o bildirgede neler yazmış Atıf Hocan:

Mustafa Kemal ve Kuvvayı Milliye maskaraları Yunan askerlerinin önünden kaçıyor. Zavallı saf ve gafil halktan topladıkları askerlere “siz burada onlarla savaşın, biz arkalarını çevirelim” diyerek sıvışıyorlar. Yazık ki halkımız Talât, Enver, Cemal, Mustafa Kemal gibi beş-on eşkıyanın vücudunu ortadan kaldırmak için gereken fedakârlığı yapmıyor. İngilizleri kızdırdınız, üzerimize Yunanlıları musallat ettiler. Şimdi usulca oturup sonuçlarına katlanmak yerine Yunanlılarla harbe tutuşuyorlar.”

İşte Atıf Hoca bu…

Değerli dostlarım;

Gönül isterdi ki o müesseseden ekmek yiyenler, Vakko’nun, Türkiye’yi, yurt dışında başarı ile temsil ettiğine inananlar bu yazıya tepki gösterselerdi…

Her halde Hakko’lar da artık bıktılar, yakında bu muazzam müesseseyi satarlarsa hiç şaşırmam. Hatta satsınlar derim. Bu kadarına ihanet diyorum, başka da bir şey demiyorum…

Aaron Baruch  (Ankaralı)


Oda TV : İskilipli Atıf Hoca’nın sicili : https://odatv.com/iskilipli-atif-hocanin-iste-sicili-0612111200.html




Vikipedia: İSKİLİP’Lİ MEHMET ATIF HOCA   https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0skilipli_Mehmed_%C3%82t%C4%B1f_Hoca