Değerli dostlarım,
Geçmişi deşmekte fayda yok. Ancak
ülkeler, milletler tarihleriyle yüzleşmelidirler. Geçmişle hesaplaşmadan
geleceği kurmak mümkün değil. Hiçbir gerçek gizli kalmaz. Hesaplar kapanmalı,
temiz sayfalar açılmalı…
Türkiye ve Holocaust… Türkiye II.Dünya
Savaşına girmedi. Türk Yahudileri Holocaust’tan etkilenmedi… Öyle mi acaba?
Üstelik Türk diplomatlar Avrupa’da
yaşayan binlerce Yahudi’yi Almanların elinden kurtardı. Gerçekten mi?
Ben tarihçi değilim. Ama tarihi okuyan
birisiyim. Bilgi evrenseldir. Paylaşılmalıdır. Gerçeklerin daha geniş kitleler
tarafından öğrenilmesi için okuduklarımı, öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.
1990’larda Türkiye her fırsatta Türk
diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi
Holocaust’tan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım
iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl
vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam,
bir propaganda malzemesi miydi?
Hangi diplomatlar hangi efsanelerin
kahramanı olmuşu?
Bu konuda erişebildiğim bilgiler
aşağıdaki satırlarda şimdi sizlerle buluşacak. Onları öldüren Almanlar
kadar, ölümden kurtarmayan, ölüm
kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün
devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiç biriniz masum değilsiniz…
Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:
Behiç Erkin : 1939 yılında Pariste Büyükelçi olarak
göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı
başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek
hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.
1940 yılında Fransa’daki
Türk Yahudilerinin sayısı ise dönemin Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın
verilerine göre 13 bin 500 civarındaydı. Bunların 3 bin 500’ü muntazam, 10 bini
muntazam olmayan Türkiye vatandaşıydı. Peki, bu “muntazam vatandaşlık”
ne demek? Bu
sorunun cevabını 4 Haziran 1928 tarihli resmi gazetede yer alan vatandaşlık
kanununda görüyoruz. Buna göre beş seneden fazla sürede kendisini tescil
ettirmeyen kişiler isterlerse vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada
kilit sözcük “isterse”. Elimizdeki çok sayıda veri bu maddenin en
olumsuz şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık statüsündeki
Yahudilerin korunmadığını gösteriyor. Çünkü “vatandaşlık ilmühaberi” 1930’lu
yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye
vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri
karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Üstelik Türkiye, savaş yıllarında
vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu belgeleri karaborsadan satın
almak zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları arasında değil
vatandaş yapmak, 3.500 Türkiye Yahudi’sini
“Kurtuluş Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır
konsolosluğa uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.
17 Haziran 1942 de
Almanlar tutuklu 150 Türk Yahudi’sinin akıbetini Türk konsolosluğuna sorar. Konsolosluk “bu kişiler
Türkiye vatandaşı değil” deyince hepsini toplama kampına gönderir.
Dahası, Türk
Konsolosluğu Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036
Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece
114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının
bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin
değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde-
gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken
kurtarılmayan ya diğerleri?
Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet
Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene
yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen,
maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi
acaba?
Necdet Kent’in bu
olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile
herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle
anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan
Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir “eleman” olması şüpheleri
daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar
konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint
Charles’tan hiçbir zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını
tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini
söylemektedir. Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit bulunamaz. Olayı
Necdet Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi
çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak
Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup
yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı
doğrulamak mümkün olmamıştı.
Araştırmacı Corrina
Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım
Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst
İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı
çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile
bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için
madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini
okurun takdirine bırakıyorum.
Selahattin Ülkümen : Alman işgalinden sonra Korfu adasındaki
Yunan ve Türk Yahudileri, ölüm kamplarına gönderildi; ama Rodos
Adası’nda Türkiye başkonsolosluğu görevi yapan Selahattin Ülkümen, yaklaşık
1700 kişilik Yahudi toplumundan 42 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Temmuz 1944’te, Gestapo adadaki
bütün Yahudilerin üslerinde toplanmasını istedi. Neden olarak onların geçici
bir süre için daha küçük bir adaya gönderileceklerini söylediler ama
gerçekte Auschwitz’deki gaz odalarına gönderileceklerdi.
Ülkümen Alman karargâhına gider ve General Kleeman’a
Türkiye’nin savaşta tarafsız olduğunu hatırlattır. Sadece Türk Yahudilerinin ve
eşlerinin ki birçoğu İtalyan ve Yunandı, serbest bırakılmalarını ister. Önce bu
isteği kabul etmeyen Kleeman, Nazi kanunlarına göre “Yahudi Yahudi’dir ve
hepsinin toplama kampına gitmesi gerekmektedir” cevabını verir. Ülkümen ise
cevap olarak; “Türk kanunlarına göre ise bütün vatandaşlar eşittir. Biz
vatandaşları dini farklılıklarına göre ayırmıyoruz” der. Ülkümen ayrıca
Yahudilerin bırakılmaması durumunda Türk hükümetine durumu bildireceğini ve
bununda uluslararası bir kriz doğuracağını belirtir ve böylece Kleeman Yahudiler’in
serbest bırakmaya mecbur kalır.
Rodos Başkonsolosu Ülkümen'in tutumu, Nazilerde intikam
duygusu uyandırmıştı. Savaşın sonlarına doğru Türkiye müttefiklerin
yanına yer alıp Alman ittifakına savaş ilan eder etmez, Almanya Rodos’taki Türk
konsolosluğunu bombaladı. Bombardıman, Ülkümen’in hamile eşi Mihrinnisa Hanım
ile iki görevlinin hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Mihrinnisa Hanım,
ölmeden önce sağlıklı olarak bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Selahattin
Bey’in tek çocuğu Mehmet böylece dünyaya geldi. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi
yönetimi tarafından Rodos’tan sınır dışı edildi. Savaşın geri kalanında Pire'de
tutuklu kaldı.
Selahattin Ülkümen, 1945’te Almanların teslim olmasından
sonra Türkiye’ye dönebildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomatik kariyerine
devam etti. Beyrut ve Kahire’de başkonsolosluk, CENTO’ da Genel Sekreter
Yardımcılığı yaptı. 1979 yılında emekli olduktan sonra yaşamını İstanbul’da
sürdürdü.
Ülkümen, Rodos Başkonsolosluğu sırasındaki
kahramanlığından ve fedakârlığından ötürü 13 Aralık 1989’da İsrail Devleti'nin Naziler tarafından Holokost’a
maruz kalan Yahudileri kurtaran Yahudi olmayanlara verdiği Uluslararası
Dürüstler onursal
unvanına layık görülmüştür. Bu ödülü alan ilk Müslüman'dır.
Nebil Fuat
Ertok : 2009'da
hayata veda eden Becky Behar ömrünün en uzun bölümünü Türk konsolosu Nebil Fuat
Ertok’a borçludur. Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu.
Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir
otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı. Temmuz 1943’te, Mussolini’nin
görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir
SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim
yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi. Becky Behar henüz 12 yaşında bir
çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı
saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte
Milano’dan ayrıldık. Milano’daki evimizi Türk Konsolosuna emanet etmiştik.
Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk. 15
Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar
tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı. Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler,
hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık.
Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz
bir aradaydık. Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için
geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini
hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya
dua edin”.
Çok genç bir Alman bize yemek
getiriyordu. Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun
gözlerindeki nefreti görmüştüm. Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler
evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda
çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar
konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile bağırışıyorlardı.
Bir süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son
derece gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli
tarafından durumdan haberdar edilmişti. Ertok derhal Baveno komutanlığına
gitmiş. Orada yumruğunu masaya vurmuş
ve şunu söylemiş:
“Türkiye savaşta olmadığı için
hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz
çıkartırım.”
“Böylece o odadan kurtulduk, ben,
kardeşlerim, annem ve babam."
İki gün sonra
otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi. Cesetleri
sonra gölde bulundu. Ertok ayrıca, 1944 yılında da Milano da tutuklanan iki
Türk Yahudisinin serbest bırakılmalarını sağladı.
Ama şunu rahatlıkla
söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği “aktif
tarafsızlık” politikası, ciddi bir Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir.
Türkiye iddia edildiği gibi değil binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci
politikaları ile binlercesinin ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek
çok ülkenin benzer şekilde davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha
fazla utanmasına gerek yoktur. Amerikalılar ya da İngilizler farklı mı davrandı? Hangisi Yahudi
göçmenlerini kabul etti? Kamplar bilinmiyor muydu? Her kes biliyordu. Kimse
kılını kıpırdatmadı. Sadece savaşın son üç ayında, kamplara giden demiryolları
bombalansaydı belki bir milyon Yahudi kurtulacaktı. Ancak müttefik kuvvetler
stratejik değil diye bunu bile yapmadılar.
Sözün
bittiği yer…
BİR DAHA
ASLA….
Aaron
Baruch (Ankaralı)
Kaynakça
:
CORRY
GUTTSTADT YAZDI Holokost’u
Yaşayan Türkiyeli Yahudiler
Ayşe Hür –
Türk Shindler efsaneleri :
VIKIPEDIA