24 Şubat 2018 Cumartesi

HOLOCAUST VE TÜRKİYE...









Değerli dostlarım,

Geçmişi deşmekte fayda yok. Ancak ülkeler, milletler tarihleriyle yüzleşmelidirler. Geçmişle hesaplaşmadan geleceği kurmak mümkün değil. Hiçbir gerçek gizli kalmaz. Hesaplar kapanmalı, temiz sayfalar açılmalı…

Türkiye ve Holocaust… Türkiye II.Dünya Savaşına girmedi. Türk Yahudileri Holocaust’tan etkilenmedi… Öyle mi acaba?

Üstelik Türk diplomatlar Avrupa’da yaşayan binlerce Yahudi’yi Almanların elinden kurtardı. Gerçekten mi?

Ben tarihçi değilim. Ama tarihi okuyan birisiyim. Bilgi evrenseldir. Paylaşılmalıdır. Gerçeklerin daha geniş kitleler tarafından öğrenilmesi için okuduklarımı, öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.

1990’larda Türkiye her fırsatta Türk diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi Holocaust’tan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam, bir propaganda malzemesi miydi?

Hangi diplomatlar hangi efsanelerin kahramanı olmuşu?

Bu konuda erişebildiğim bilgiler aşağıdaki satırlarda şimdi sizlerle buluşacak. Onları öldüren Almanlar kadar,  ölümden kurtarmayan, ölüm kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiç biriniz masum değilsiniz…

Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:

Behiç Erkin : 1939 yılında Pariste Büyükelçi olarak göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.

1940 yılında Fransa’daki Türk Yahudilerinin sayısı ise dönemin Türkiye Dışişleri Bakanlığı’nın verilerine göre 13 bin 500 civarındaydı. Bunların 3 bin 500’ü muntazam, 10 bini muntazam olmayan Türkiye vatandaşıydı.  Peki, bu “muntazam vatandaşlık” ne demek? Bu sorunun cevabını 4 Haziran 1928 tarihli resmi gazetede yer alan vatandaşlık kanununda görüyoruz. Buna göre beş seneden fazla sürede kendisini tescil ettirmeyen kişiler isterlerse vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada kilit sözcük “isterse”. Elimizdeki çok sayıda veri bu maddenin en olumsuz şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık statüsündeki Yahudilerin korunmadığını gösteriyor. Çünkü “vatandaşlık ilmühaberi” 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Üstelik Türkiye, savaş yıllarında vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu belgeleri karaborsadan satın almak zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları arasında değil vatandaş yapmak, 3.500 Türkiye Yahudi’sini  “Kurtuluş Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır konsolosluğa uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.

17 Haziran 1942 de Almanlar tutuklu 150 Türk Yahudi’sinin akıbetini Türk konsolosluğuna sorar. Konsolosluk  “bu kişiler Türkiye vatandaşı değil” deyince hepsini toplama kampına gönderir.

Dahası, Türk Konsolosluğu Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece 114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde- gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken kurtarılmayan ya diğerleri?

Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen, maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi acaba?

Necdet Kent’in bu olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir “eleman” olması şüpheleri daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint Charles’tan hiçbir  zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini söylemektedir. Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit bulunamaz. Olayı Necdet Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak mümkün olmamıştı.

Araştırmacı Corrina Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini okurun takdirine bırakıyorum.

Selahattin Ülkümen : Alman işgalinden sonra Korfu adasındaki Yunan ve Türk Yahudileri,   ölüm kamplarına gönderildi; ama Rodos Adası’nda Türkiye başkonsolosluğu görevi yapan Selahattin Ülkümen, yaklaşık 1700 kişilik Yahudi toplumundan 42 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Temmuz 1944’te, Gestapo adadaki bütün Yahudilerin üslerinde toplanmasını istedi. Neden olarak onların geçici bir süre için daha küçük bir adaya gönderileceklerini söylediler ama gerçekte Auschwitz’deki gaz odalarına gönderileceklerdi.
Ülkümen Alman karargâhına gider ve General Kleeman’a Türkiye’nin savaşta tarafsız olduğunu hatırlattır. Sadece Türk Yahudilerinin ve eşlerinin ki birçoğu İtalyan ve Yunandı, serbest bırakılmalarını ister. Önce bu isteği kabul etmeyen Kleeman, Nazi kanunlarına göre “Yahudi Yahudi’dir ve hepsinin toplama kampına gitmesi gerekmektedir” cevabını verir. Ülkümen ise cevap olarak; “Türk kanunlarına göre ise bütün vatandaşlar eşittir. Biz vatandaşları dini farklılıklarına göre ayırmıyoruz” der. Ülkümen ayrıca Yahudilerin bırakılmaması durumunda Türk hükümetine durumu bildireceğini ve bununda uluslararası bir kriz doğuracağını belirtir ve böylece Kleeman Yahudiler’in serbest bırakmaya mecbur kalır.
Rodos Başkonsolosu Ülkümen'in tutumu, Nazilerde intikam duygusu uyandırmıştı. Savaşın sonlarına doğru  Türkiye müttefiklerin yanına yer alıp Alman ittifakına savaş ilan eder etmez, Almanya Rodos’taki Türk konsolosluğunu bombaladı. Bombardıman, Ülkümen’in hamile eşi Mihrinnisa Hanım ile iki görevlinin hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Mihrinnisa Hanım, ölmeden önce sağlıklı olarak bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Selahattin Bey’in tek çocuğu Mehmet böylece dünyaya geldi. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi yönetimi tarafından Rodos’tan sınır dışı edildi. Savaşın geri kalanında Pire'de tutuklu kaldı.
Selahattin Ülkümen, 1945’te Almanların teslim olmasından sonra Türkiye’ye dönebildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomatik kariyerine devam etti. Beyrut ve Kahire’de başkonsolosluk, CENTO’ da Genel Sekreter Yardımcılığı yaptı. 1979 yılında emekli olduktan sonra yaşamını İstanbul’da sürdürdü.
Ülkümen, Rodos Başkonsolosluğu sırasındaki kahramanlığından ve fedakârlığından ötürü 13 Aralık 1989’da İsrail Devleti'nin Naziler tarafından Holokost’a maruz kalan Yahudileri kurtaran Yahudi olmayanlara verdiği Uluslararası Dürüstler onursal unvanına layık görülmüştür. Bu ödülü alan ilk Müslüman'dır.
Nebil Fuat Ertok : 2009'da hayata veda eden Becky Behar ömrünün en uzun bölümünü Türk konsolosu Nebil Fuat Ertok’a borçludur. Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu. Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı. Temmuz 1943’te, Mussolini’nin görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi. Becky Behar henüz 12 yaşında bir çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte Milano’dan ayrıldık. Milano’daki evimizi Türk Konsolosuna emanet etmiştik. Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk. 15 Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı. Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler, hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık. Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz bir aradaydık. Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya dua edin”.
Çok genç bir Alman bize yemek getiriyordu. Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun gözlerindeki nefreti görmüştüm. Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile bağırışıyorlardı. Bir süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son derece gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli tarafından durumdan haberdar edilmişti. Ertok derhal Baveno komutanlığına gitmiş. Orada yumruğunu masaya vurmuş ve şunu söylemiş:
“Türkiye savaşta olmadığı için hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz çıkartırım.”
“Böylece o odadan kurtulduk, ben, kardeşlerim, annem ve babam."
İki gün sonra otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi. Cesetleri sonra gölde bulundu. Ertok ayrıca, 1944 yılında da Milano da tutuklanan iki Türk Yahudisinin serbest bırakılmalarını sağladı.  
Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği “aktif tarafsızlık” politikası, ciddi bir Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir. Türkiye iddia edildiği gibi değil binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci politikaları ile binlercesinin ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek çok ülkenin benzer şekilde davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha fazla utanmasına gerek yoktur. Amerikalılar ya da İngilizler farklı mı davrandı? Hangisi Yahudi göçmenlerini kabul etti? Kamplar bilinmiyor muydu? Her kes biliyordu. Kimse kılını kıpırdatmadı. Sadece savaşın son üç ayında, kamplara giden demiryolları bombalansaydı belki bir milyon Yahudi kurtulacaktı. Ancak müttefik kuvvetler stratejik değil diye bunu bile yapmadılar.
Sözün bittiği yer…
BİR DAHA ASLA….
Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça :
CORRY GUTTSTADT YAZDI  Holokost’u Yaşayan Türkiyeli Yahudiler
Ayşe Hür – Türk Shindler efsaneleri :
VIKIPEDIA

3 yorum:

  1. Bunun suuruna er geç varmak gerekiyordu.Sayende bu da oldu.
    Aferin Aaron.
    Bye bye.

    YanıtlaSil
    Yanıtlar
    1. Çok daha fazlası vardı ama yazmak istemedim. Örneğin kamplarda ölen 1660 Türk yahudisinin detaylı bilgileri mevcut. Kimseyi rahatsız etmek istemedim...

      Sil
  2. Hatalar yapılır, ancak yüzyıllar geçsede bu hatalardan ders çıkaramayan bir insanlarız

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.