3 Ağustos 2019 Cumartesi

İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL…














1973 yılında Stockholm’da  banka soyguncusu tarafından 6 gün rehin tutulan banka görevlisi bir kadın, soyguncuya âşık olur. Psikologlar kurbanın suçluya duygusal olarak bağlanmasını STOCKHOLM SENDROMU olarak tanımlarlar…
(Acaba Türk halkı kurban ve Türkiye’yi bu günkü haline getiren yöneticiler suçlu olarak tanımlanırsa, Türkiye’nin yarısının Stockholm Sendromundan mustarip olduğu düşünülebilir mi?)

1994 yılında Estonya feribotu su almaya başlar ve yan yatar. Gemideki 987 yolcudan sadece 137’si kıyıya çok yakın olan feribotu tahlisiye sandalları ile terk eder ve kurtulur. 852 yolcu ise kaptanın ”dünyanın en modern gemisindesiniz, bir şey olmayacak” laflarına inanır ve hepsi boğulur. Son saniyeye kadar olanı biteni rahat rahat seyreden insanların davranış biçimini inceleyen psikologlar bu durumu, ders kitaplarına ESTONYA SENDROMU olarak kaydederler.
(Acaba batmakta olduğu bazı çevreler tarafından dile getirilen Türkiye’nin yarısından fazlası, kaptanın “her şey yolunda, sadece dış çevreler bizi kıskanıyor” lafına inanarak son saniyeye kadar olanı biteni rahat rahat izlemesini Estonya Sendromu olarak yorumlayabilir miyiz?)

Son zamanlarda öne çıkan bir başka davranış şekli de KALİFORNİYA SENDROMUDUR. Sınırsız tüketim ve eğlence toplumlarının zevk düşkünlüğü, benmerkezcilik, yalnızlık ve mutsuzluk… Amerikalı psikiyatri uzmanları, hızla artan bu rahatsızlığı tüketim ve eğlence kültürünün uç sınırlarda yaşandığı yer olan Kaliforniya’da çıktığı için bu davranış biçimine Kaliforniya Sendromu diyorlar.

Bir de İSTANBUL SENDROMU var ki bu yazının esas konusu o… Bu tabiri ilk kullanan eski İstanbullu yaşlıca bir adam… (Bu ben oluyorum.)

Bu davranış bozukluğu içerisinde(!)  olan insanlar, bu tarz hayatın içinde oldukları müddetçe yaşadıkları durumun farkına varamazlar. Bir çantaya binlerce dolar sayan, milyonlar ödedikleri bir saati bir gün sonra iade etmeye kalktıklarında geriye sadece % 10’unu alabilecekleri bildikleri halde yine de satın alan, marka tutkunu, hatta marka hastası bu tüketim toplumu, 8 sene evvel terk ettiğim İstanbul’da değişen pek çok koşula rağmen hala yaşadıkları bu sahte ve doyumsuz hayata devam etmektedir. Berberlere, manikür ve pedikürlere, en modern ağdalara randevu almak için çırpınan bu insanların yeni bir tutkusu da kendilerinin ve bulundukları ortamın resimlerini çekip sosyal medyada paylaşmaktır. Fakat ilginçtir, anlayamadığım, neden hepsi dudaklarını büzerek sanki gördünüz mü bakın, ben de dudaklarıma estetik yaptırdım” der gibi poz vermeleri… Hatta diyebilirim ki bu insanlar genç, yaşlı, ihtiyacı var ya da yok, fark etmiyor, yaptırabildikleri her yerlerine bu estetikleri yaptırıyorlar. Sonuçta birbirinin aynı, gülüyorlar mı, ağlıyorlar mı belli olmayan ifadesiz suratlar ortaya çıkıyor… Ortak başka bir özellikleri de yeni edindikleri şekilleri göstermek ve gündemden düşmemek için bulundukları her yerden fotoğraflarla paylaşım yapmaları…

İstanbul sendromunun en kötü yanı, bu hayat tarzının  bir yarışa ve sürü psikolojisine dönmesidir. İnsanlar bu hayata yetişebilmek için parasal olarak zorlansalar dahi yarıştan çıkamıyorlar ve yarışa ayak uyduramayanlar sonunda bazen yaşadıkları ortamı dahi terk etmek zorunda kalıyorlar…

Ortak başka bir noktaları da hepsinin cebinde birden fazla pasaport olmasıdır. Birkaç yıl önce İsrael’e gelip “ole hadaş” (göçmen) olmak ve İsrael Pasaportu almak Türkiye Yahudileri arasında modaydı. O kadar moda olmuştu ki  İsrael’de “iş bitiriciler”  türedi. Pek çokları gelip İsrael pasaportu aldılar.. İspanya ve Portekiz 500 yıl evvel kovdukları Yahudiler’e pasaport verebileceğini duyurunca o yöne bir hücum başladı. Dünyanın paraları harcandı ve bir sürü zorlu ve uzun süreçten geçilip bu ülkelerin pasaportlarını aldılar. Kolayca, hiç para harcamadan, üstelik de üstüne bir sürü para alarak İsrael Pasaportu alabilecekken neden, ecdadına etmediklerini bırakmayan bu ülkelerin pasaportunu almak için bu kadar uğraştıkları anlaşılır gibi değil. İsrael pasaportu ile neredeyse dünyanın her ülkesine vizesiz gidebilmek mümkünken    (kısa bir zaman sonra ABD dâhil)   başka pasaporta ne ihtiyacın var? Dedim ya, İstanbul sendromu “onda var, bende de niye olmasın?” durumu…

Bir plaj konserine giderken bile takıp takıştıran, mücevherleri ve marka giysileri ile konseri localardan dünyanın parasını ödeyerek izleyen   (bu arada konseri mi seyrederler yoksa birbirilerini mi incelerler o da tartışma konusu)    bu toplumun ortak bir özelliği de devamlı bir şeylerden şikâyet etmeleridir. Ya hizmetçilerine kızarlar, ya berberleri saçlarını iyi boyamamıştır, ya da estetikçileri bir yerlerini onların istediği gibi düzeltememiştir. Devamlı mutsuzdurlar, devamlı birilerinden şikâyetçidirler. Onlara göre, kendileri ve çevrelerinden başka herkes cahildir, toplum kurallarını bilmez ve hatta kafasızdır. Dünya onların etrafında döner ve her zaman merkezde yalnız kendileri bulunurlar.  

Zamansal olanakları veya fiziksel durumları, hatta belki ekonomik imkânları o anda elverişli değilse bile, yakın çevrelerinin katıldıkları her aktiviteye katılırlar. Yemeğe gidilecek, ben de geliyorum, seyahatte çıkılıyor, tamam ben de varım gibi… Eğer katılmazlarsa geri kaldıklarını düşünürler ve yarıştan kopmamak için her aktiviteye katılmak için ne gerekiyorsa yaparlar… Kendi güvenli çevrelerinin içinde her şey onlar için mübahtır. 

Genel kültürlerinin çok mükemmel olduğunu her fırsatta sergilemekten kaçınmazlar. Fakat onların “genel kültür” dediği şey internet ve dedikodu ile sınırlıdır. Yani boş fıçılar çok ses çıkarır misali… Hepsi doktordur, hepsi eczacı, hepsi borsacı ve ekonomi profesörüdür. Oysa bildikleri sadece başkasından işittikleridir. Ne kitap okurlar, ne araştırma yaparlar ne de her hangi bir konunun doğrusunu öğrenmek için çaba sarf ederler.

Kısacası İstanbul’da durumlar aynı, değişen sadece zaman, yoksa gerisi nasıl biliyorsan aynen yerinde… Tüketimden başka hiçbir işe yaramayan sahte hayatlar…

Sözlerimi Ahmet Haşim’in şu çok sevdiğim O BELDE isimli muhteşem şiirinden alıntı yaptığım şu dizelerle bitirmek galiba uygun olacak.



Ne sen,
Ne ben,
Ne  hüsnünde toplanan be mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ 
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle aşina değiliz...

(Ne sen,
Ne ban,
Ne güzelliğinde toplanan bu akşam
Ne de karamsarlığa bir liman
Olan bu mavi deniz
Kederi anlamayan nesle aşina değiliz...)



Esen kalın,
Aaron Baruch   (Ankaralı) 

1 yorum:

  1. Turkçede güzel bir deyim vardır "hem nalına hem mıhına vurmak" gerçekten bu deyime birebir uyan bir yazı

    YanıtlaSil

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.