1973 yılında Stockholm’da banka soyguncusu tarafından 6 gün rehin
tutulan banka görevlisi bir kadın, soyguncuya âşık olur. Psikologlar kurbanın
suçluya duygusal olarak bağlanmasını STOCKHOLM SENDROMU olarak
tanımlarlar…
(Acaba Türk halkı kurban ve Türkiye’yi bu
günkü haline getiren yöneticiler suçlu olarak tanımlanırsa, Türkiye’nin
yarısının Stockholm Sendromundan mustarip olduğu düşünülebilir mi?)
1994 yılında Estonya feribotu su almaya
başlar ve yan yatar. Gemideki 987 yolcudan sadece 137’si kıyıya çok yakın olan
feribotu tahlisiye sandalları ile terk eder ve kurtulur. 852 yolcu ise kaptanın
”dünyanın en modern gemisindesiniz, bir şey olmayacak” laflarına
inanır ve hepsi boğulur. Son saniyeye kadar olanı biteni rahat rahat seyreden insanların
davranış biçimini inceleyen psikologlar bu durumu, ders kitaplarına ESTONYA
SENDROMU olarak kaydederler.
(Acaba batmakta olduğu bazı çevreler tarafından
dile getirilen Türkiye’nin yarısından fazlası, kaptanın “her şey yolunda, sadece dış
çevreler bizi kıskanıyor” lafına inanarak son saniyeye kadar olanı biteni
rahat rahat izlemesini Estonya Sendromu olarak yorumlayabilir miyiz?)
Son zamanlarda öne çıkan bir başka
davranış şekli de KALİFORNİYA SENDROMUDUR. Sınırsız tüketim ve eğlence
toplumlarının zevk düşkünlüğü, benmerkezcilik, yalnızlık ve mutsuzluk…
Amerikalı psikiyatri uzmanları, hızla artan bu rahatsızlığı tüketim ve eğlence
kültürünün uç sınırlarda yaşandığı yer olan Kaliforniya’da çıktığı için bu
davranış biçimine Kaliforniya Sendromu
diyorlar.
Bir de İSTANBUL SENDROMU var ki bu
yazının esas konusu o… Bu tabiri ilk kullanan eski İstanbullu yaşlıca bir adam…
(Bu ben oluyorum.)
Bu davranış bozukluğu içerisinde(!) olan
insanlar, bu tarz hayatın içinde oldukları müddetçe yaşadıkları durumun farkına
varamazlar. Bir çantaya binlerce dolar sayan, milyonlar ödedikleri bir saati
bir gün sonra iade etmeye kalktıklarında geriye sadece % 10’unu alabilecekleri bildikleri
halde yine de satın alan, marka tutkunu, hatta marka hastası bu tüketim toplumu,
8 sene evvel terk ettiğim İstanbul’da değişen pek çok koşula rağmen hala
yaşadıkları bu sahte ve doyumsuz hayata devam etmektedir. Berberlere, manikür
ve pedikürlere, en modern ağdalara randevu almak için çırpınan bu insanların
yeni bir tutkusu da kendilerinin ve bulundukları ortamın resimlerini çekip
sosyal medyada paylaşmaktır. Fakat ilginçtir, anlayamadığım, neden hepsi
dudaklarını büzerek sanki “gördünüz mü bakın, ben de dudaklarıma estetik
yaptırdım” der gibi poz vermeleri… Hatta diyebilirim ki bu insanlar genç,
yaşlı, ihtiyacı var ya da yok, fark etmiyor, yaptırabildikleri her yerlerine bu
estetikleri yaptırıyorlar. Sonuçta birbirinin aynı, gülüyorlar mı, ağlıyorlar
mı belli olmayan ifadesiz suratlar ortaya çıkıyor… Ortak başka bir özellikleri
de yeni edindikleri şekilleri göstermek ve gündemden düşmemek için bulundukları
her yerden fotoğraflarla paylaşım yapmaları…
İstanbul sendromunun en kötü yanı, bu
hayat tarzının bir yarışa ve sürü
psikolojisine dönmesidir. İnsanlar bu hayata yetişebilmek için parasal olarak zorlansalar
dahi yarıştan çıkamıyorlar ve yarışa ayak uyduramayanlar sonunda bazen
yaşadıkları ortamı dahi terk etmek zorunda kalıyorlar…
Ortak başka bir noktaları da hepsinin
cebinde birden fazla pasaport olmasıdır. Birkaç yıl önce İsrael’e gelip “ole
hadaş” (göçmen) olmak ve İsrael Pasaportu almak Türkiye Yahudileri arasında
modaydı. O kadar moda olmuştu ki İsrael’de
“iş bitiriciler” türedi. Pek
çokları gelip İsrael pasaportu aldılar.. İspanya ve Portekiz 500 yıl evvel kovdukları
Yahudiler’e pasaport verebileceğini duyurunca o yöne bir hücum başladı.
Dünyanın paraları harcandı ve bir sürü zorlu ve uzun süreçten geçilip bu ülkelerin
pasaportlarını aldılar. Kolayca, hiç para harcamadan, üstelik de üstüne bir
sürü para alarak İsrael Pasaportu alabilecekken neden, ecdadına etmediklerini
bırakmayan bu ülkelerin pasaportunu almak için bu kadar uğraştıkları anlaşılır
gibi değil. İsrael pasaportu ile neredeyse dünyanın her ülkesine vizesiz gidebilmek
mümkünken (kısa bir zaman sonra ABD dâhil) başka pasaporta ne ihtiyacın var? Dedim
ya, İstanbul sendromu “onda var, bende de niye olmasın?” durumu…
Bir plaj konserine giderken bile takıp
takıştıran, mücevherleri ve marka giysileri ile konseri localardan dünyanın
parasını ödeyerek izleyen (bu arada konseri mi seyrederler yoksa birbirilerini
mi incelerler o da tartışma konusu) bu toplumun ortak bir özelliği de devamlı bir
şeylerden şikâyet etmeleridir. Ya hizmetçilerine kızarlar, ya berberleri
saçlarını iyi boyamamıştır, ya da estetikçileri bir yerlerini onların istediği
gibi düzeltememiştir. Devamlı mutsuzdurlar, devamlı birilerinden şikâyetçidirler.
Onlara göre, kendileri ve çevrelerinden başka herkes cahildir, toplum
kurallarını bilmez ve hatta kafasızdır. Dünya onların etrafında döner ve her
zaman merkezde yalnız kendileri bulunurlar.
Zamansal olanakları veya fiziksel durumları,
hatta belki ekonomik imkânları o anda elverişli değilse bile, yakın çevrelerinin
katıldıkları her aktiviteye katılırlar. Yemeğe gidilecek, ben de geliyorum,
seyahatte çıkılıyor, tamam ben de varım gibi… Eğer katılmazlarsa geri
kaldıklarını düşünürler ve yarıştan kopmamak için her aktiviteye katılmak için
ne gerekiyorsa yaparlar… Kendi güvenli çevrelerinin içinde her şey onlar için mübahtır.
Genel kültürlerinin çok mükemmel olduğunu
her fırsatta sergilemekten kaçınmazlar. Fakat onların “genel kültür”
dediği şey internet ve dedikodu ile sınırlıdır. Yani boş fıçılar çok ses çıkarır
misali… Hepsi doktordur, hepsi eczacı, hepsi borsacı ve ekonomi profesörüdür. Oysa
bildikleri sadece başkasından işittikleridir. Ne kitap okurlar, ne araştırma
yaparlar ne de her hangi bir konunun doğrusunu öğrenmek için çaba sarf ederler.
Kısacası İstanbul’da durumlar aynı,
değişen sadece zaman, yoksa gerisi nasıl biliyorsan aynen yerinde… Tüketimden
başka hiçbir işe yaramayan sahte hayatlar…
Sözlerimi Ahmet Haşim’in şu çok sevdiğim
O BELDE isimli muhteşem şiirinden alıntı yaptığım şu dizelerle bitirmek galiba
uygun olacak.
Ne sen,
Ne ben,
Ne hüsnünde toplanan be mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle aşina değiliz...
(Ne sen,
Ne ban,
Ne güzelliğinde toplanan bu akşam
Ne de karamsarlığa bir liman
Olan bu mavi deniz
Kederi anlamayan nesle aşina değiliz...)
Ne ben,
Ne hüsnünde toplanan be mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle aşina değiliz...
(Ne sen,
Ne ban,
Ne güzelliğinde toplanan bu akşam
Ne de karamsarlığa bir liman
Olan bu mavi deniz
Kederi anlamayan nesle aşina değiliz...)
Esen kalın,
Aaron Baruch (Ankaralı)
Turkçede güzel bir deyim vardır "hem nalına hem mıhına vurmak" gerçekten bu deyime birebir uyan bir yazı
YanıtlaSil