21 Temmuz 2018 Cumartesi

İSRAEL’DE YAHUDİ ULUS YASASI KABUL EDİLDİ.








19 Temmuz günü Israel meclisi Knesset tartışmalı İsrael Ulus Yasasını kabul etti ve yasa kanunlaştı. Parlamentodaki Arap milletvekilleri kanunun, “var olan ayırımcılığı kanunlaştırdığını” söylediler. Tasarı 62 evet oyuna karşılık 55 hayır oyu ile kabul edildi. Bağımsız iki milletvekili çekimser kaldı. 

Bu kanunun getirdiği ana başlıklar şöyle :

İsrael, İsrael’de ve bütün dünyada yaşayan Yahudilerin devletidir. Bu ülkenin pasaportunu taşıyan ve her türlü hakkından aynı bir Israel’li Yahudi gibi istifade eden,  nüfusun yaklaşık % 20 sini oluşturan Araplar, bundan böyle İsrael,  bizim de ülkemizdir” diyemeyecekler. İsrael, Yahudilerin vatanıdır.

Buna paralel olarak bu kanunla, ülkenin kendi kaderini tayin etme hakkı yalnız Yahudilere ait olduğu kabul edildi.

Arapça, artık Israel’de resmi dil değil; buna karşılık Arapça’ya bazı özel imtiyazlar tanındı. 

Dünya’daki tüm Yahudiler ’in Israel’e, yani evlerine dönme hakkı vardır.

Israel’in bir anayasası yoktur. Bunun yerine kurucu bildirgesinde yer alan temel yasaları vardır. Bu kanunda bunlara dâhil edildi. Böylece İsrael devleti tüm dünya Yahudilerinin temsilcisi, etnik-dini bir devlet olarak tanımlanmış oldu.

Bu kanun ayrıca Yeruşalayim’in İsrael’in başkenti olduğunu tasdik etti.

Yasada Yahudi yerleşimlerinin gelişimi “ulusal değer” olarak tanındı. İsrael devleti, bu yerleşimlerin kurulmasını ve yoğunlaşmasını teşvik etmesi bu kanunla kabul edildi.

Ne diyelim hayırlı olsun. Bu günkü Netanyahu hükümeti şu anda arkasına aldığı Trump rüzgârı ile bu yasayı Knesset’ten geçirdi. Bibi, bir iki sene evvel de uğraşmıştı, olmamıştı, bu sefer becerdi.

Uzaktan bakıldığı zaman bu kanun bayağı ayrımcılık kokuyor. Yorumları okuduğunuzda bazılarını haklı bulabilirsiniz. Hatta İsrael’de yaşayanların bazıları bile bu kanunu ayrımcılık yaptığı gerekçesiyle eleştiriyorlar.

Bakın dostlar, 1947’de Birleşmiş Milletler bu toprakları paylaştırdı. Buralar Yahudiler‘in, şuralar da Araplar’ın dedi. Biz hakkımıza razı olduk. Tamam dedik.

Onlar ise olmadı. Hepsi bizim dedi. Ve bizim olanı almak için onca yıldır uğraşıyorlar.

Ve biz de, bizim olanı korumak için onca yıldır evimizi savunuyoruz. İsrael Yahudilerindir. Araplar da gitsinler kendilerine verilen topraklarda kendi devletlerini kursunlar ve burası Araplarındır desinler. Ya da ne halt yerlerse yesinler. Yani biz ayrı, onlar ayrı.

Ayrımcılık dediğiniz genel bir değerle İsrael’i yargılayamazsınız. Burası hiçbir yere benzemez. Dünyada bir benzerimiz yok. Tarihin dibinden gelip yeniden ülkemizi kurduk. Şehirlerimiz, kitabımız, dilimiz binlerce yıllık. Katliamları aştık, sürgünlerden döndük, soykırımları, pogromları gördük ve şimdi evimizdeyiz. Bizi başkalarını değerlendirdiğiniz gibi yorumlayamazsınız. Biz her şeyimizle farklıyız.

Araplarla bir arada yaşayabilir miydik? Bunu artık tartışmanın manası kalmadı. Karşılıklı o kadar çok kötü şey oldu ki, bu saatten sonra mümkün değil. En iyisi onlar da kendi devletlerini kursunlar, biz evimizde onlar da kendi evlerinde… Komşuluk bile çok güç ama ne yapalım, buna razı geleceğiz.

Bir de İsrael dışında yaşayıp, İsraeli eleştirenlere bir tavsiyem var. Gerek bu kanun için, gerekse başka konularda İsrael’i eleştirmek için hemen kolları sıvamayın. Önce bu memlekette en az beş sene yaşayın. Suyunu için, ekmeğini yiyin.  İbraniceyi konuşmaya başlayın, dinimiz ve tarihimiz hakkında birazcık da olsa bir şeyler öğrenin, gazetelerimizi haberlerimizi hem sağdan hem soldan günlük takip edin. Has ve şalom has ve halila, düşen ya da yaralanan bir Tshal askerinin, terör kurbanı bir Yahudi’nin acısını paylaşın, üstünüze roketler gelirken sığınaklara kaçın, hatta küçücük bebeklerinizle geceyi sığınakların merdivenlerinde geçirin, tanımadığınız bir Tshal yalnız askerini shabbat akşamı evinizde ağırlayın,  bir Etopyalı Yahudi çocuğa koruyucu anne olun, sonra eleştirin.

Sokakta insanların arasına karışın. İnsanları dinleyin. Sağcısını, solcunu, lezbiyenini, ibnesini, Yahudi’sini, Arap’ını, hepsini… Önce bilginiz sonra da fikriniz olsun.

Yoksa oturduğun yerden uzaktan eleştirip işkembeden sallarsan ve bunları tweetlerle, mesajlarla sosyal medyada paylaşırsan bilgisi olmadan fikri olan ukala dümbeleklere benzersin. “Acaba bunu benim için mi yazdı bu herif” diye soruyorsan, evet senin için yazdım, sana yazdım, hiç şüphen olmasın…

Shabbat shalom …

Aaron Baruch  (Ankaralı)

6 Temmuz 2018 Cuma

BATTANİYE OPERASYONU…











Hafız Esad Kasım 1970’de kansız bir darbe ile Suriye’de iktidarı ele geçirmişti. Ülkede yaşayan Yahudiler her geçen gün daha artan bir baskı ile yaşamak zorunda bırakılmıştı. Pek çokları Esad'dan evvel kaçmışlardı. Ama hala geride kalan genelde yaşlı Yahudiler vardı ve artık kaçamıyorlardı. Varlıklarını ülkeden çıkaramadıkları gibi bir ailenin bütün fertlerinin bir arada yurt dışına çıkmasına da izin verilmiyordu. Aileler özellikle Suriye’de artık evlenmek için Yahudi eş bulamayan az sayıda kalan gençleri kaçırma ve hiç olmazsa onları kurtarma telaşındaydılar.

Ramsad  (Mossad başkanı) Zamir, bir toplantı odasında dört sağlam delikanlıya bilgi veriyordu. Bu delikanlılar Filotilla 13 deniz komandolarıydı. Hepsi Kuzey Afrika doğumluydu. Hepsi mükemmel Fransızca ve Arapça konuşuyorlardı. Dördü de komando eğitimlerinin yanı sıra Mossad tarafından eğitilmişlerdi. Dördü de yakın arkadaştılar ve kendilerine "Cosa Nostra" komandoları diyorlardı. Ramsad, Suriye'den bir mesaj aldıklarını söyledi ve devam etti:

-Suriye'de kalan Yahudi kızlar koca bulamıyorlar. Tek ümitleri İsrail'e gelebilmek. Getirin onları...
-Bu bizim işimiz mi diye sordu Mossad ajanı Davit Molad.
Ramsad:
-Düşman ülkelerdeki Yahudileri kurtarmak Mossad'ın görevidir dedi.

Son zamanlarda Suriye’den kendi imkânları ile kaçmaya çalışan bir grup genç kız ve bir kaç delikanlı insan kaçakçıları yardımıyla kaçmayı denemişlerdi. Kimi vuruldu. Kimi yakalandı. İşkence gördüler. Yine de Beyrut'a varabilenler oldu.

1970 Kasımında on iki genç kız kaçmayı başarmıştı.  Beyrut üzerinden geliyorlardı. Mossad kızların haberini almıştı. Kızlar sahile ulaştıklarında bir torpido bot onları aldı. Geminin kaptanı deniz kurdu denizaltıcı Albay Avraham (Zabu) Ben-Zaav idi. Kızlar ıslanmışlar ve çok üşümüşlerdi. Ayrıca çok korkmuşlardı. Zangır zangır titriyorlardı. Üzerlerine battaniye attılar. Sabah saat 04.00 de Hayfa'ya geldiler. Deniz üssünde başbakan Golda, IDF genelkurmay başkanı Hayim Bar-Lev ve yardımcısı David (Dado) El’azar onları bekliyorlardı. İsrail Başbakanı Golda Meir kızları yaşlı gözlerle teker teker kucakladı. Küçük bir parti  yaptılar. Sonra Golda Mossad başkanını aradı ve şu emri verdi:

-Suriye’de sıkışan bu kızları al ve buraya, İsrail'e  getir.

Ramsad sessizlikten sonra odadakilerin yüzüne bakıp kesin emri verdi.
-O kızları getireceğiz. Görevimiz bu. Böylece  battaniye  "Smicha" operasyonu başladı.

1971 Kasım ayı. Fırtınalı bir gece. İsrail donanmasına ait bir torpido bot, ışıkları tamamen sönük olarak Hayfa'daki donanma üssünden ayrılarak kuzeye yönelir. Suriye karasularına girer. Lazkiye Limanını geçer. Türkiye sınırına yakın boş bir koya demir atar. Deniz komandoları denize lastik botlar indirirler. Kamaranın birinden dört adam çıkar, başlarını yalnız gözleri açıkta kalacak şekilde keyfiye ile kapatmışlardır. Botlara atlarlar. Kıyıya doğru ilerlerler. Yeterince yaklaşınca buz gibi suya dalarlar. Yüzerek kıyıya çıkarlar. Dört Mossad  ajanı "Cosa Nostra" artık Suriye topraklarındadırlar. Yakalanırlarsa kesin olarak idam edileceklerini biliyorlardı.

O gece Suriye topraklarına ayak basar basmaz kod adı Mamur olan liderleri Yonatan onları karşıladı. Kuru elbiseler getirmişti. Her birinin su geçirmez çantasında sahte pasaportları ve dolu tabancaları vardı. Hızlıca hazırlandılar ve gizlenmiş durumda bulunan bir arabaya binerek şehrin trafiğine karıştılar. Hepsi ayrı bir otele yerleşti.

Ertesi gün Mamur'a bir mesaj ulaşır. Bir grup kız geceleyin karanlık bir sokaktaki kamyonet içerisinde bekliyor olacaklardı. Gerçekten de öyle oldu. Ajanların ikisi öne ikisi arkaya bindi. Yoldan bir kaç genç kız daha aldılar. Kuzeye yöneldiler. Tartus'ta boş bir kumsala vardılar. İsrail Hücumbotları açıkta bekliyordu. İşretler alındı verildi, botlar son sürat geldi. Herkes beline kadar suya girip botlara tırmandı. Çalkantılı bir denizde ilerlediler ve  nihayet hücumbotlara vasıl olup İsrail'e doğru yola çıktılar.

Bir sonraki operasyonda değişik bir taktik kullanıldı. Kızlar kamyonetle Lübnan sınırına yakın bir noktaya getirildi. O noktada kamyonetten indirildiler ve ajanların rehberliğinde yürümeye başladılar. Bu arada kamyonette  yalnız sürücü vardı. Sınırı sorunsuzca geçip Lübnan tarafında buluşma noktasına geldi ve beklemeye başladı. Grup ellerinde ağır valizlerle saatlerce yürüdükten sonra buluşma noktasına gelebildi. Ajan Claudie daha evvel Lübnan'a gelmiş ve bir yat kiralamıştı. Kamyonet, grubu, kiralık yatın beklemekte olduğu sahilin yakınına kadar getirdi. Kızlar ve ajanlar karanlıkta küçük botlara binip yata çıktılar. Yat biraz sonra açılıp açıkta bekleyen donanma teknesine rampaladı. Kızlar, askeri tekneye geçerek İsrail'e doğru yola çıktılar.

Cosa Nostra Eylül 1970 ile Nisan 1973 arasında 120 genç kızı ve delikanlıyı İsrail'e getirmeye muvaffak oldu. Yirmi operasyon yapıldı ve hiç bir başarısızlık olmadı. Bu operasyonlar yirmi yıldan daha uzun bir süre gizli tutuldu. Daha sonra Cosa Nostra da sona erdi. Ajanlar tüccar, turizimci filan oldular.

Bir gün Emanuel Allon (Claudie) bir düğüne çağırılır. Onu gelinle tanıştırdılar. Claudie kızı tanır.
-Nerelisin diye sorar. Kız bayılacak gibi olur. Eski ajanın kollarına atılır.
-Sendin,  beni kurtaran sendin, seni sesinden tanıdım diye bağırmaya başlar...

Allon, düğünden sonra, hafif çakır keyif, evine doğru giderken çok önemli bir iş yapmış olduklarını anlar. "Risk büyüktü ama değdi doğrusu" diye düşünür.

Acaba dünyada hangi ülke vatandaşlarına İsrail kadar sahip çıkar? 


Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynak : Michael Bar-Zohar/Nissim Mishal   -   MOSSAD 

30 Haziran 2018 Cumartesi

GERÇEK BU, GEÇMİŞ OLSUN…










Değerli okurlar,

Gerçekleri değiştirmemiz ne yazık ki olanaksızdır. Kabul etmemiz zor ama Türkiye, 24 Haziran 2018 seçimlerinde ne yazık ki yine Erdoğan’ı seçmiş ve ülkeyi ona teslim etmiştir.

Bunun sebeplerini, sonuçlarını, Türkiye’yi nasıl bir geleceğin beklediğini tartışabiliriz. Ama Türkiye’nin, önümüzdeki belki de on yıldan fazla bir süre için Erdoğan’ın insafına teslim edildiğini tartışamayız. Seçim oldu ve o kazandı. Bu iş bitti. Yeni yönetim şekli ve kazandığı seçim ile artık Erdoğan, Türkiye’nin cumhurbaşkanı veya başkanı, reisi, diktatörü, sultanı, padişahı, kralı ya da ismi ne ise tek adamıdır.

Şimdi artık gerçeklerin farkına varmanın zamanı. Efendim; ordu komutanı Muharrem İnce’yi aramış, tehdit etmiş, ortada silahlar varmış, iç savaş çıkacakmış. Yahu bu inanılacak bir şey mi? Bırakın Allah aşkına… Bu tip komplo teorilerine inanmak saçmalıktır, gerçekleri görmek istememektir. Boş verin bunlara, kabul etmek istemediğimiz gerçeklere kılıf bulmaya çalışmayalım.

Seçimi o kazandı, Türkiye onu seçti. Nasıl olduğu da çok çok önemli değil. Kabul etmek zorundayız, sonuç bu!

Erdoğan’ın “muasır medeniyetler” yolundaki Türkiye’ye verdiği zarar ne yazık ki kolay kolay düzeltilemez. Türkiye, batılılaşma yolunu terk edip giderek Araplaşmaktadır. Artık kabul etmeliyiz ki bu memleket İslamcı bir zihniyetle idare edilmektedir. Müslüman ülkeler arasındaki tek demokrasi kalesi Türkiye idi, şimdi o tek kale de düştü.

Cahil Türk halkı karanlık tarafı seçti. Geçmiş olsun.

Bundan sonra neler olacağını bu pencereden bakarsak daha net görürüz. Türkiye’nin ne eğitimi, ne adaleti, ne basını, ne ekonomisi ve ne de demokrasisi bundan sonra bizim anladığımız anlamda daha iyiye gitmeyecek. Bunu kafamıza soksak iyi olur. Diğer İslam ülkelerine bakın, Türkiye’nin geleceğini görün.

Cahil Türk halkı karanlık tarafı seçti. Geçmiş olsun.

Türk – İsrael ilişkilerine bu gerçekler ile baktığımızda ne yazık ki iyi bir şeyler ümit etmek mümkün değil. Erdoğan’ın Türk İsrael ilişkilerine verdiği zararı tamir etmek olanaksız boyutlarda. Bu iktidar gitse bile bu ilişki on yıllarca düzelmeyeceği gibi yalanlarla dolanlarla kandırılan Türk halkının İsrael’e ve Yahudiler’e olan düşmanlığı nesiller boyu düzeltilemez.

Türkiye’de yaşayan Türk Yahudileri de artık bu gerçekleri kabul etmeliler. Bu kardeşlerim bir okulda panoya asılan insanı kahreden insanlık dışı, ırkçı o yazılara da şaşırmasınlar. Yazılsa da yazılmasa da Türk halkının İsrael ve Yahudiler için düşündükleri bu. Gerçeği kabul etmenin zamanı sizce daha gelmedi mi? Hala bir “değişim”  ümidiniz mi var?

Türkiye dünyanın en Yahudi ve İsrael düşmanı ülkesidir. Ne yazık ki gerçek bu...

Artık Türk Yahudileri bazen sırf Yahudi oldukları için işe alınmayacaklar. Okullarda ve geniş toplumda, yazılı ve görsel basında her fırsatta İsrael ve Yahudiler aşağılanacak. Sokaklara ve reklam panolarına Yahudi ve İsrael düşmanlığı içeren panolar asılacak. Mahkemelerde zaten olmayan adaleti aramaktan hepten korkacaklar. Yahudi olduklarını gizlemek zorunda kalacaklar ve isimlerini hepten Türkleştirecekler. Ticaret hayatında geri bırakılacaklar. Türk halkı Yahudiler ile giderek daha az alış veriş yapacak. Türk İsrael ilişkilerinde çıkan her problem sonucunda hedef gösterilecekler.

Bütün bunlar zaten olmakta. Bütün bunları ve hatta daha fazlasını görmek istemeyen, görmemezlikten gelenler için artık kabul etme zamanı.

Gerçek bu. Geçmiş olsun.

Aaron Baruch   (Ankaralı)

21 Haziran 2018 Perşembe

ALİYA 2018










Değerli yazar Ralf Arditi bu haftaki yazısında Türkiye’den aliya yapanların acaba bu günleri evvelden görerek mi bu kararı aldıklarını sorguluyor…

Elbette doğrudur. Çarşambanın geleceği salıdan bellidir. Türkiye’deki Yahudiler doğdukları, büyüdükleri, yaşadıkları ülkenin nereden nereye geldiğini görmüyorlar mı? Elbette görüyorlar. Bu yüzden aliya yaptılar (göç etmek) ve yapmaya devam ediyorlar.  

Peki diğerleri neden kıpırdamıyorlar? Onlar durumun farkında değiller mi?

Elbette onlar da her şeyin farkındalar, ama… Aması var işte…

2017 yılında Türkiye’den İsrael’e göçte rekor kırıldı. 450 kişi (yaklaşık) göç etti ve İsrael’de yaşamaya başladı.

2018 yılında farklı bir tablo ile karşı karşıyayız. Şu ana kadar Türkiye’den aliya yapanların sayısı yetmiş kişi civarında. Bu yaz yüz kişinin daha gelmesi bekleniyor. Oldu sana yüz yetmiş  kişi. Yani taş patlasa bu sene Türkiye’den gelecek göçmenler iki yüz kişi olur. Peki, ne oldu da bu sene geçen senenin yarısına bile ulaşamıyoruz? Göç neden azaldı? Bu yazımda elimden geldiği kadar bu konuyu irdeleyeceğim.

(Bu sayıları kafadan filan da atmıyorum. Türkiyeliler birliğinin yetkilileri ile konuştum. İsteyen sorabilir.)   

Daha evvelki yazılarımda da üstüne basa basa belirttim. Özellikle 2010 yılından sonra Türkiye’den İsrael’e göçün ana nedeni çocukların eğitim problemidir. Türk Yahudi aileleri çocuklarını alışıla geldiği gibi özel liselere, yabancı okullara artık gönderemiyorlar. Çünkü çok çok pahalı. En ucuzu 30 bin 40 bin lira civarında. Çok daha pahalıları da var. Üstelik bir de bunun servisi, yemeğini filan da cabası. İki çocuk okutan bir aileyi düşünün. Kim bu masrafın altından kalkabilir?

Devletin okulları ise bir alternatif değil. Arzu edilen eğitimi vermekten çok uzak. Bir de birden bire velilere “efendim, bizim okulumuz umumi arzu üzerine imam hatip lisesi oldu” deyiveriyorlar. Hadi bakalım ayıkla pirincin taşını…

Üniversiteler ise tam bir felaket. Zaten az sayıdaki değerli profesörler, ya kendileri ayrıldılar, ya devlet tarafından açığa alındılar, bazıları Fetöcü diye suçlandılar, kimileri sürüldü, yani doğru dürüst hoca kalmadı. Türk üniversiteleri dünya sıralamasında çok çok gerilerde... Bu üniversitelerden mezun olanlar ise diplomalı işsizler ordusuna katılıyor. Çünkü aldıkları eğitim bir işe yaramıyor.

Eğitim problemini dışında duyarlı aileler çocuklarının istikbalini de düşünmekteler. Elbette ki Yahudi, Müslüman, kim olursa olsun çocuğuna kendi dininden, kendi kültüründen birisi ile evlendirmek ister. Ama Türk Yahudi cemaati o kadar küçüldü ki artık gençler biri birilerini bulamıyorlar. Karışık evlilikler aldı başını gitti. Bu da göç etmenin bir başka nedeni.

Elbette hayata yeni atılacak gençler için Türkiye’nin ekonomisi de önemli. Ülke battı batıyor. Dolar 5 liraya dayanmış. 2018 yılı kayıplar % 20. Parayla para kazanma devri çoktan bitti. Perakendecilik ölmüş. Kapalıçarşı’da Beyoğlu’nda dükkânlar kapanıyor. Büyük şirketler teker teker bankalardan borçlarını yeniden yapılandırmasını istiyorlar. Ekonomistler uyarıyorlar, Türkiye ekonomisi intihara gidiyor diyorlar.

Yahu artık Türkiye öyle bir duruma gelmiş ki, Erdoğan’ın ve Ak Partinin seçimi kazanmasının daha hayırlı olacağı görüşünde olan Türk Yahudileri bile var… Yani, pes diyorum başka bir şey de demiyorum… Durum o kadar çaresiz yani…

Türkiye’nin adaletinden, basınından kadın cinayetlerinden çocuk istismarlarından filan hiç bahsetmiyorum bile… Hele İsrael ve Yahudi düşmanlığına hiç değinmek istemiyorum.

Eeee, daha ne bekliyorsunuz, kıpırdasanıza…

İşte zurnanın zırt dediği yer burası. O iş öyle kolay değil.

Gelebilenler geldi, bir kısmı hala sayı azalsa da geliyor. Azalarak da olsa daha da gelecekler.

Gelmeyenler niye gelmiyorlar? Ya da gelemiyorlar?

Adam lisan bilmiyorsa, iyi derecede bilgisayar kullanamıyorsa, mühendis doktor gibi geçerli bir mesleği yoksa, çalışmadan evde oturarak bu pahalı ülkede yaşamaya yetecek kadar para sahibi değilse nasıl gelecek?

Gelemiyor, korkuyor işte...

Gelecek de İsrael’de nasıl hayatını sürdürecek?  Adam telefonunu bile kullanmaktan aciz, ben orada ne yaparım diye düşünüyor, lisan bilmiyor, mesleği yok, zor, çok zor yani…(Eklemekte mahzur görmüyorum, ben de geldiğimde pazarcılık bile yaptım)

Gelemiyor, tırsıyor işte...

Yada, tamam gelecekte, bütün varlığı Türkiye'de. Evini şimdilerde satamıyor, değerinin çok altında, işini kapatamıyor, kapatsa bütün varlığı uçacak, ya da yaşlı büyükleri var, onları götürse götüremiyor, bıraksa bırakamıyor, veya kendi gidecek de çocukları torunları gidecek durumda değil. Gitmek de istemiyor. gelin ayak diriyor, torun genç kız olmuş, ben arkadaşlarımı bırakıp gitmem diyor. Başa çıkmak imkansız. 

Gelmek istiyor ama gelemiyor...Gelemez de...

Amaaaa, eğer henüz çocuk büyütüyorsan ve çocuğunu düşünüyorsan, onu seviyorsan atacaksın kendini uçağa, geleceksin arkadaş. Bir nesil kendini harcayacak. Çocuğunu burada büyüteceksin. O İbraniceyi de İngilizceyi de burada öğrenecek. Dünyanın en iyi üniversitelerine gidecek. İcabında garsonluk yapıp okul parasını çıkartacak. Korkmayın. İsrael’in çocukları kendilerini kurtarır. Size de hiçbir şey olmaz, her kes becerdi, siz de becerirsiniz, korkmayın… Analarımız, babalarımız çok çok daha zor şartlarda, çadırlarda yaşayarak icabında savaşarak bu ülkede tutundular, bu gün şartlar elbette çok daha kolay…

Son çare sen gelemiyorsan onları göndereceksin. Burada o gençlere yardım etmek için çırpınan insanlar çok... Burada, orada olduğundan çok daha emniyette olacaktır, kendine bakmayı da öğrenecektir, korkma...

Ve dostlar, inanın ki değer. Her türlü zorluğa değer. Bir kaç senede her şey yoluna giriyor. 62 yaşında çok sınırlı imkânlarla geldiğim bu ülkede ilk birkaç seneden sonra iyi ki gelmişim demediğim bir gün yok. 

Medeniyet, yaşadığın ülke ile her gün gurur duyacağın bir olay, gece yarısı sokağa çıkıp avazın çıktığı kadar OHHHH BEEE diye bağırasın geliyor.

Hele hele kendi memleketinde yaşamanın ve  özgülüğün tarifi mümkün değil. İnanın her şeye değer. 



Aaron Baruch  (Ankaralı)




16 Haziran 2018 Cumartesi

YERUŞALAYİM














Yıl 1947.Günlerden yirmi dört Mayıs cumartesi.  Yer Yeruşalayim’in surlar içerisinde kalan eski şehirdeki (old city)  Ermeni Manastırı.

Ürdün’lü Araplar’la çarpışan Yahudiler, kuşatma altındaki Yeruşalayim’in,  içinde dua tepesinin ve Kotel’in de (Ağlama duvarının olduğu alan)   bulunduğu bu bölgesini sonuna kadar savunmakta kararlıydılar. Ama sona gelinmişti.

Bir sedyede yatan İngiliz kızı Esther Cailingold can çekişiyordu. Korkunç acılarını hafifletecek morfin de kalmamıştı. Yanında yatan yaralı, bir ihtiyarın gelerek, kızın üzerine eğilip elindeki tek uyuşturucuyu -bir sigara- kıza verdiğini gördü. Esther sigarayı almak üzere elini uzattı. Ama sonra indirdi kolunu.

-Hayır diye mırıldandı, bugün shabbat.

Bunlar genç kızın son sözleri oldu. Birkaç dakika sonra komaya girdi. Eski mahalledeki savaş sırasında başına bir şey gelebileceğini düşünerek beş gün önce annesiyle babasına yazdığı mektup yastığının altındaydı. Genç İngiliz kızının bıraktığı vasiyetname idi bu.

Sevgili anneciğim ve babacığım,
Benden gelebilecek bütün haberleri dilediğim serinkanlılıkla kabullenmenizi rica etmek üzere size yazıyorum. Zor bir savaş sürdürüyoruz. Cehennemi tanıdım, ama savaşın sonunda umutlarımızın gerçekleşeceğini göreceğimizden emin olduğum için, bu zahmete değiyor. Hayatımı doludizgin yaşadım, burada topraklarımızın üzerinde yaşamak bana çok tatlı geldi.
Yakında bir gün, hepinizin buraya geleceğinizi ve mücadelemizin ürünlerini tadacağınızı umuyorum. Mutlu olun ve beni sadece sevinçle hatırlayın.
Şalom,
Esther.

Genç kızın yanında uzanmış yatan kızıl sakallı dev, kızın soluğu gitgide hafiflemeye başladığında hıçkıra hıçkıra ağlamaya koyuldu. Dışarıda Esther’in uğruna can verdiği mahalleyi kasıp kavuran alevler, geceyi kızartıyor ve karanlığa kıvılcım kümeleri fırlatıyordu.

Karanlıkta sedyede kan revan içerisinde yatmakla olan kızıl sakallı dev Yeshuva Cohen, çocukken sık sık okuduğu Tora’nın (Yahudiler ’in kutsal kitabı) bir ayetini hatırlıyordu. Önce hafiften, sonra gitgide daha da yüksek perdeden, bas ve derinden  gelen sesiyle ve olanca gücüyle, ortalığı çınlatana dek bu ayeti okumaya koyuldu. Karanlıkta yatan çevresindeki öteki yaralılar da ona katıldılar. Yüksek kubbelerin altında az sonra bir gurur şarkısı, bir meydan okuma yükseldi.

-Yehuda kan ve alev içinde yok olacak, kan ve alevden doğacak yine…

Yahudiler Yeruşalayim’in bu en eski mahallesini savunmaya muvaffak olamamışlardı. Sonunda sağ kalan otuz bir Haganah askeri Kızılhaç’ın aracılığıyla teslim oldu. Sıra Yahudilerin, Yeruşalayim’in bu kutsal bölgesini terk etmesine gelmişti. 
.
Çağdaş Yahudi tarihinin en kısa ve acı sürgünü güneş batmadan az önce başladı. Yahudi mahallesinde oturanlar, Sion kapısını Yeni Şehir’den ayıran beş yüz metrelik yolu geçmek için yürümeye başladılar. Yeruşalayim’in eski surları içerisinde iki bin yıl neredeyse kesintisiz süren Yahudi varlığı sona eriyordu.

Atalarının alınlarını sürerek parlattıkları kutsal duvarlarının, öteki kalıntılarla birlikte yok edilmesinden korkuyorlardı.

Sürgünler Sion kapısından geçmeye başladıklarında yağmacılarla başıbozukların çıkardığı yangınlar Yahudi mahallesindeki evlerini yakmaya başlamıştı bile…

En acınacak görüntüyü ihtiyarlar meydana getiriyorlardı. Belleri bükülmüş, sakalları pis, takkeleri yağlı, arkalarında, öğrenmekle geçen bütün bir hayatı bırakıyorlardı. Bir talih sonucu evlerinin önünden geçenler kafileden ayrılarak, kapılarındaki mezuzaları (Her Yahudi’nin evinin kapısında bulunan içinde Tora’dan pasajlar bulunan kutucuk) öpüyorlardı.
Sion kapısına varırlarken, yaşlı bir haham aniden sıradan çıktı. Ve Antione Albine adlı Hristiyan Arap’ın  kollarına koca bir paket bıraktı.

-Sinagogun kutsal bir eşyası dedi. Size emanet ediyorum. Koruyun bunu.

Otuz üç metre uzunluğundaki ceylan derisinden parşömene elle yazılmış yedi yüz yıllık bir Tora’ydı bu.

Albine bunu on bir yıl sakladı. Sonra Yeruşalayim’in Arap mahallesini ziyarete gelebilen ilk hahama teslim etti. Seçkin bir bilgin olan ve Siyonizm’e karşı görüşleriyle tanınan haham Eimer Berger, Tora’yı bir New York sinagoguna armağan etti.

1967 Haziranında altı günlük savaşta İsrael, zamanın Ürdün kralı Hüseyin’den iki kere Yeruşalayim’e yönelttiği top ateşini kesmesini istedi. Ürdün ateşe devam etti.  Sonunda İsrael paraşütçüleri kırk sekiz saat süren çarpışmalardan sonra on dokuz yıl evvel terk ettikleri eski şehri geri aldılar. Bu zaferin ardından allak bullak olan kalabalık, kutsal Ağlama Duvarına koştu. Paraşütçüler, kendilerinden geçen hahamlar, bakanlar, kadınlar, çocuklar şükran dualarıyla hıçkırıklarla duvarlarına kavuştular. Kalabalığın arasında 1948 yılında burayı savunmak için canlarını vermeye hazır iki komutan da vardı. Dov Joseph ve David Saltiel…

Yahudiler’i, kendileri için kutsal Ağalama Duvarına, bölgenin Ürdün hâkimiyetinde olduğu on dokuz yıl boyunca yaklaştırılmadılar, ziyaretlerine izin verilmedi.

1967 yılında bölge İsrael hâkimiyetine geçtiği günden beri her inanıştan insana ibadet serbesttir. Müslümanlar için kutsal Kubbetüs Sahra ve Mescid-i Aksa Ürdün’e bağlı İslami vakıf tarafından yönetilmektedir. 

İslami Vakıf, bu mekâna Yahudilerin girmesini yasaklamıştır. Bu gün hala bu yasak sürmektedir.

Oysa İsrael, mekânın yönetimini İslami Vakıf’a kendi elleriyle teslim etmiştir. Hem de bölge İsrael’in eline geçtiğinin ertesi günü… Ne kafa be!

Bir gün Yeruşalayim’e gelirseniz Kotel’e geldiğinizde, bizlerin burayı ziyaret edebilmemiz için kanlarını canlarını veren insanların ruhlarına  bir kadiş (Yahudiler’in ölünün arkasından okuduğu dua) okuyun ve onların aziz hatıralarını bir kez daha anın. Bastığınız o taşların her birinde, o kahramanların kanları olduğunu unutmayın.

Aaron Baruch   (Ankaralı)

Kaynakça : Nerdeyse yazımın tümünü  Kudüs ey Kudüs   - (Dominique Lapierre / Larry Colins) kitabından aldım. İsrael ve Yeruşalayim hakkında bilgi edinebilmek için bu günlerde yeni bir baskısı da yapılan bu kitabı şiddetle tavsiye ederim.