10 Temmuz 2021 Cumartesi

LİNDOS’DA LEZZET FIRTINASI…

 


 






Beyaz gömlekli, siyah ayakkabı siyah pantolon giymiş garsonu görünce bir anda eskilere gittim. Mısır Çarşısı’nın Yeni Cami tarafındaki kapısının üst tarafında merdivenle çıkılan bir lokanta vardı. Pandelli. Duvarları çini kaplı, kemerli mimarisi, bembeyaz masa örtüleri ve beyaz ceketli, beyaz gömlek siyah ayakkabı giymiş papyonlu Rum garsonları ile Pandelli lokantası.

-Oriste pasamu…

Böyle karşılardı garsonlar müşterileri.

Rodos’un Lindos kasabasında ünü Yunanistan sınırlarını bile aşmış Mavrikos restorana girdiğimde hem garsonun kıyafeti hem de bembeyaz masa örtüleri bana birden bu şoku yaşattı.  

Restorana girer girmaz atmosfer bizi hemen etkisi altına almaya başladı. Garsonumuz Dimitri bize tam mekânın ortasında bir masa gösterdi, oturduk.

-Ne içersiniz diye sordu.

-Uzo dedik.

Gecikmeden getirdi. Sakili bana düştü. Uzoyu pay ettim, üzerine soğuk su ekleyip buzları attım. Dağıttım. Yanında, içinde zeytinyağı ve siyah zeytinler olan çukur bir tabak ve hafif esmer tahıl ekmeği olan bir tabak bıraktı.  Ekmeklerin dış kabuğu gevrek, çıtır çıtır. Acıkmışız, ekmeklere daldık. Birer parça koparttığımız ekmekleri, içine bir damla balzamik sirke damlatılmış ve ağacından bir yaprak bırakılmış zeytinyağına bandırdığımız gibi ağzımıza attık, tabii hemen peşinden bir de zeytin tanesi. İri zeytinler ince kabuklu, çekirdekleri küçük ve tam kararmamış, çok fazla tuzlu olmayan adanın mahsulü… Tam ağzımızı peçetelerle temizliyorduk ki salata geldi.

Kocaman bir domatesi kök yeri alta gelecek şekilde beş elma dilimi gibi kesmişler ama tam ayırmamışlar ve ortaya bırakmışlar. Bir sürü yeşillik eklemişler, ince kıyılmış kırmızı soğan ile üç beş tane kalamata zeytini ilave etmişler. Birde limonlu zeytinyağlı güzel bir sosla tatlandırmışlar. En üste de beyaz peynir bırakmışlar. Tam Grek salata anlayacağınız.

-Ne yemek isterseniz?

Garsonumuza:

-Favorileriniz neyse sırayla getir bakalım, ancak karidese meraklı olduğumuzu unutma dedik.

-Okey, merak etmeyin dedi.

Biraz sonra bir patlıcan tabağı getirdi. Hiç görmediğim kadar açık renkte, incecik, ızgarada mühürlenmiş ve yan yana dizildikten sonra üzerine hafif yağlı sarmısaklı şerit halinde yoğurt bırakılmış patlıcan dilimleri.

Tam patlıcanlara dalmıştık ki elinde bir tabak daha geldi. Bu benim daha evvel deneyimlemediğim bir şeydi. Sordum:

-Bu nedir?

-Karides.

Yahu bu nasıl karides, küçücük. Meğerse buna baby karides diyorlarmış. Limon pelteli, zeytinyağlı, içinde eser miktarda sarımsak bulunan bir sosu var. Kaşıkla dalıyorsunuz, kaşığa üç beş tane sığıyor, sosuyla beraber alıyorsunuz, müthiş, tek kelimeyle müthiş…

Dayanamıyorum, kalkıp mutfağa gidiyorum. Şefle tanışmam lazım. Önünde önlüğüyle Dimitris Mavrikos’la tanışıyoruz. Mutfağın önündeki barı idare eden kardeşiyle birlikte 3 nesilden beri bu restoranı işletiyorlar. 






Büyük dedeleri 1912 de başka bir yerde başlamış, 1933 de şimdiki yerlerine geçmişler. Şöyle bir restorana göz attığınızda duvarlarda The New York Times’da çıkan yazılar, kazanılmış bir sürü ödül, resimler ve çok doğal bir atmosfer sizi kucaklıyor.

Bu arada ufak torunuma kocaman bir tabak pasta (makarna) getirdiler. Dayanamıyor hepimiz bir çatal atıp tadına bakıyoruz… Acayip lezzetli, tam aldente, dişinize göre, domates sosun içerisinde fesleğen ve sarımsak kendini hissettiriyor.

Bu arada torunum çok sevdiği cacıkiyi önüne çekiyor. Bu cacıki bildiğin cacık, ama süzme yoğurdun içine salatalığı, yoğurdu hiç sulandırmadan katıyorlar, sonra biraz da sarımsak. Sarımsak bu mutfağın her yerinde var.

O sırada arka masada tek başına bir balık yiyen 70’lerinde bir hanım masamıza yanaştı ve İbranice bize “iyi akşamlar” dedi. Kendisi İsrailli bir yazarmış. 10 seneden beri Rodos’da yaşıyormuş. Bizim İbranice konuştuğumuzu işitince bir selam vermek istemiş.

İsrailli yazar ile muhabbetimiz tam bitmişti ki  primadonna geldi. Üzerinde daha evvel tatmadığım ne olduğunu da çok anlamadığım süper bir sosla ızgara kocaman Jumbo karidesler, içleri havyarlı. Bunlar neredeyse ıstakoz, böyle iri karidesi daha evvel görmedim. Kafalarını kopartıp içlerini bile emdik. Konuşmuyor ellerimizle karideslerin yenilebilecek har yerini mideye indiriyoruz. Uzo şişesi bitti. Bir tane daha ısmarladık. Nasıl olsa geriye taksi ile döneceğiz.

Tamam buraya kadar dediğimizde Dimitri “bu bizim özel imza yemeğimiz” diye ortaya simsiyah bir rizotto getirdi. Mürekkep balığının mürekkebi ile hazırlanmış bir sos bu rizottoyu böyle simsiyah yapıyormuş. Açıkçası böyle simsiyah bir şeyi insan yemek için çok hevesli olmuyor ama bir tadan bir daha girişiyor. Yok böyle bir şey, gerçekten çok başarılı. Rizottoyu son kırıntılarına kadar tükettikten sonra:

-Bakın, sakın tatlı matlı söylemeyin, vallahi ben bittim dedim.

Kızım:

-Babacım, balık filan deniz ürünü yedin mi tatlı yemezsen balık ölmez, canlı kalır, mecburuz dedi.

Tatlılar renkli iki kadehte geldi, hepimize de bir kaşık. Birisi çikolatalı, birisi sütlü vanilyalı iki tatlı. Birer kaşık attık ağzımıza ve mest olduk.

Bu sefer Dimitri’yi çağırıp:

-Bu kadar yemekten sonra şöyle yolluk babında hazmettirici bir şey yok mu diye sorduk.

Dimitri biraz sonra gelip küçük flüt bardaklarla bir şişe içkiyi masaya bıraktı. Bu çok yüksek dereceli alkolü olan İtalyanların grappasına benzer bir içki. Birer kadeh çaktık, olmadı birer kadeh daha.  Sonra nihayet bitti.

Daha evvel yemem konusunda yazdığım yazılardan edindiğim tecrübeye dayanarak biliyorum ki yazımı okuyan pek çok okurum “bu yemek kaça patladı” diye merak edecektir.  Şu kadarını söyleyeyim ki İsrail’de bu yemeği ancak dört misli bir paraya yiyebilirdik. İnanın hiç abartmıyorum hatta mütevazi davrandığımı bile söyleyebilirim.

Hepinize sağlıklar ve çok güzel yemekler yenecek güzel günler diliyorum.

Aaron Baruch (Ankaralı)