27 Mart 2021 Cumartesi

ERDOĞAN'A GÜVENEN BATTI…

 



Erdoğan’ının ilk dövizinizi bozun çağrısı 6 Mart 2015'de gelmişti. Dolar o zaman 2,62 TL. olmuştu. Son çağrının yapıldığı 24 Mart 2021'de dolar 8,00 TL. oldu. Bir-iki gün evvel yapılan olağan AKP kongresinde artık o bile “dövizinizi bozun” çağrısı yapmadı, yapamadı…

Bu adama güvenenler battı. Adam dediysem sıradan bir adam değil, 83 milyonluk Türkiye’nin başkanı Recep Tayyip Erdoğan. Yahu, başkana güvenmeyip kime güveneceğiz diyorsanız, vallahi orasını ben de bilmiyorum.

Olaya sadece eldeki, bankadaki, yastık altındaki paralar açısından bakmayın. Başkana güvenip dolarla euroyla borçlananlar duman oldular.

Ticaret hayatında satın aldıkları ithal malları dövizle ödemeyi taahhüt edenler bunu nasıl ödeyecekler? Onlarda duman oldular.

Adam ithalat yapıyor. Sipariş ettiği malın 3’te birini ödemiş, vazgeçemiyor. Maliyetini satışını ona göre yapmış. Şimdi dolar 8,00 TL. bütün hesaplar şaştı. Al sana duman olan bir başka esnaf...

Hele hele dolarla euroyla kira ödeyenler…

Yani sizin anlayacağını Türkiye ekonomisi çok dumanlı…

Süreci bir de şöyle izlemenizi tavsiye ediyorum.

18 Mart 2021 Perşembe

Merkez bankası olağan toplantısında faizler 2 puan arttırdı.

19 Mart 2021 Cuma

Dolar 7,20 seviyelerine düştü. Paradan para kazanma alışkanlıklarını sürdürebileceği zanneden ve bu alışkanlıklarını bir türlü bırakmayan uyanıklarda bir sevinç, bir sevinç, ellerini ovuşturmaya başladılar. Alışkanlıklarında ısrar ederek dolara karşı yıllardır para kaybetmekten ders almayan bu uyanıklar “ohhh, faizler artıyor, dolar düşüyor, şimdi zararlarımızı çıkartacağız” diye neşeleniyorlardı. Doların bu faizlerle 6,80 seviyelerine bile düşeceği konuşulmaya başlanmıştı. Ama evdeki hesap çarşıya uymadı.

Aynı gün iktidara yakınlığıyla bilinen Yeni Şafak gazetesi "Bu operasyonu kimin adına çektiniz"   şeklinde bir manşet attı. Haberin içeriği şöyleydi:

"Dünya, ekonomideki faiz etkisini azaltmaya çalışırken Türkiye’de Merkez Bankası, 83 milyonun sesine kulak tıkayarak faizi yüzde 17’den yüzde 19’a çıkardı. Piyasa beklentisinin bile üzerinde yapılan 200 baz puanlık müdahale, ekonomik gerekçelerle izah edilemeyen bir faiz artışı oldu. Merkez Bankası’nın Türkiye’nin büyümesini frenleyecek bu operasyonu kim veya kimler adına ve hangi amaçla çektiği merak ediliyor." 

Bu arada Merkez Bankası başkanı Ağbal’ın görevden alınacağını öğrenen “bazı çevreler” dolar satın almaya başladılar. 19 Mart 2021 günü satın alınan dolar miktarı tam 505 milyon.

20 Mart 2012 Cumartesi

Gece yarısı bir kararname ile Erdoğan Merkez Bankası Başkanı Ağbal’ı görevden alıverdi.

O “bazı çevreler” dolar almak için deli gibi TL aramaya başladılar. Kamu bankaları TL’ye kapılarını kapattı. Bu arada yabancılar TL’den çıkmak için çırpınmaya başladılar. Londra borsalarında TL’nin gecelik faizi %9000’e dayandı.

“Bazı çevreler” bulabildikleri TL. ile 336 milyon dolar daha satın aldılar.

Kimin eli kimin cebinde…

22 Mart Pazartesi

Piyasalar açılınca borsada çöküş yaşadı, işlemler 4 defa durduruldu. Yabancılar neleri var neleri yok satmaya başladılar, elleri popolarında kaçtılar. Ve dolar 8,00 TL’ye dayandı.

Sana güvenmiştim başkan, yıllarca kuruş kuruş biriktirdiğim tasarrufum piç oldu. Benim zararımı kim karşılayacak?

Yazık çok yazık, insanların emekleri böyle çalınmamalı…

Geçmiş olsun Türkiye…

Aaron Baruch (Ankaralı)

Kaynak : Halk TV https://halktv.com.tr/ekonomi/capa-agbalin-son-3-gununu-anlatti-841-milyon-dolari-kim-aldi-451882h

Yeni Şafak : Yeni Şafak'tan "Merkez Bankası" manşeti: Bu operasyonu kimin adına çektiniz (t24.com.tr)

19 Mart 2021 Cuma

 








PIANO

Tel Aviv’den Hayfa yönüne giderken Netanya’ya 8 km. kala Poleg kavşağı vardır. Ana yoldan çıkıp sola döndüğünüzde Poleg ve İr Yamim’e gelirsiniz. Özellikle İr Yamim son 10 senede modern şehircilik anlayışıyla yapılan muhteşem bir yaşam merkezi. Yaklaşık 1000 dönümlük bu bölgede 80’den fazla yüksek bina var. En küçüğü 25 katlı, büyükleri ise 40 katlı filan. Binaların aralarında mesafeler, parklar var. Bugün size dilim döndüğünce İr Yamim’deki bir alışveriş merkezinden, bir parktan, bir yaşam alanından çok daha fazlası olan muhteşem PIANO’yu anlatmaya çalışacağım.

                              

İr Yamim Kanyon’un önünden denize doğru döndüğünüzde birkaç tane yuvarlak kavşakla (kikar) karşılaşırsınız. Bunların ortalarında ünlü sanatçıların yaptığı müzik temalı heykeller var. En güzellerinden biri de bir kuyruklu piyano heykeli. İşte herhalde bahsettiğim yaşam alanına ismini veren bu heykel.

                            

Doğu yönünden Piano’ya yaklaştığınızda küçük çocuklar için korsan temalı bir park var. Gemiler, halatlar, bir sürü güzellikler. Kuzeyden yaklaştığınızda ise bu sefer yine çocuklar için bir survavior temalı oyun parkı sizi karşılıyor. Bu memlekette her şey çocuklar için sanki. Kenarında annelerin babaların oturup bekleyebileceği çocukların bağıra çağıra oynadığı süper bir park.

                                 

Bütün bunların tam ortasında dünyanın önde gelen eğlence merkezlerinden esinlenerek yapılmış yaklaşık 50 dönümlük bir alanda süper bir park var. Şöyle 500-600 metre çapında bir daire düşünün, bunun yarım dairesinin kenarına   dükkanlar yapmışlar. Çok sayıda ve çok kaliteli, ancak epeyi pahalı dükkanlar. Pizzacılar, kumpirciler, pastaneler, parfümeri, hediyelik eşya, fastfood, süper market ve daha aklınıza ne gelirse. Bar da var, sinagogda… Dairesel şekilde dizilmiş bu dükkanlar birbirine bitişik. Üst katlarda ise bir macabi polikliniği ve macabi-dent diş tedavi merkezi bulunuyor. Fevkalade hizmet sunuyorlar. Bazı ikinci katlarda bankalar ve ofisler var. Alanda devamlı müzik yayını mevcut. Arabanızı park etmek ise sorun değil hem açık hem yeraltında oto park var.


                                 

Özellikle tatil günleri köpeğini bebeğini çocuğunu alan koşuyor geliyor. Kimisi masalara oturuyor, kimisi çimenlere yayılıyor. Hem alışverişini yapıyor hem arkadaşlarıyla buluşup sohbet ediyor ya da yürüyüşünü sporunu yapıyor. Yürüyüş derken denize doğru ilerlerseniz 15-20 dakikada çeşitli temaların işlendiği parklardan ve alanlardan geçip çiçeklerin arasından denize kadar yürüyebilirsiniz. En sonunda masmavi Akdeniz’le kucaklaşıyorsunuz.


                                   

Hele bu mevsimde Piano gerçekten vakit geçirilebilecek süper bir yaşam alanı. Masmavi gök ne sıcak ne soğuk limonata gibi bir tertemiz iyot kokan bir deniz havası, kaykaylarıyla koşuşturan çocuklar, çimenlerde birbirlerinin gözüne bakan kanı kaynayan gençler, tahta şezlonglara uzanıp güneşlenen insanlar, el ele tutuşup yavaş yavaş yürüyen yaşlılar, bebeğini gezdiren anneler, rahatsız etmeyen derinden gelen bir müzik ve daha bir sürü güzellik. Ne Kaliforniya ne Maldiv, ne de başka bir yer, ben seni seviyorum İsrael…

Aaron Baruch (Ankaralı)

12 Mart 2021 Cuma

BİR ANKARA EFSANESİ – “PİKNİK”

 








Bu bir efsane mekânın gelecek kuşaklara aktarılması, hatta Zeugma gibi korunması gereken gerçek öyküsüdür. Şimdi sizlere 1953 ile 1986 yılları arasında Ankara’nın efsane şarküteri – lokantanın, dolayısıyla bir dönemin “ne yazarsam yazayım, mutlaka birçok şeyin eksik kalacağı” öyküsünün anlatacağım.

Öykümüz Reşat Önat’la başlıyor. 1940’larda Reşat bir yandan okurken bir yandan da dayısı Hilmi Öz’ün Özen Pastanesinde çalışıyor, Arnavut Argiri Tanburoğlu ustasından hiçbir okulda örenemeyeceği paha biçilmez iş eğitiminden geçiyordu.

15 Kasım 1953’te Reşat, kardeşi Vahit’le birlikte Tuna Caddesi 1/A’da bir dükkân kiralayarak bir döneme imza atacak meşhur mekanını açtı. Adını Piknik koymuşlardı. Şarküterisi, sandviçi, oturma yerleri ile bir benzeri yoktu. Belediye nasıl bir işletme ruhsatı vereceğini bilemedi, sonunda bu tip yerlere “piknik” diye ruhsat verdiler. İsim babası olmuşlardı.

İstanbul’da kapanan Orman lokantasından Tanaş Mastakas Usta’yı şef olarak getirmişlerdi. Eşi benzeri olmayan mezeleri, şişleri, sosis tavaları Kızılay’da sunmaya başlamışlardı.

Hizmet mükemmeldi. “Hanımefendisiz, beyefendisiz konuşmak kabul edilmezdi. Garsonlar her zaman çok temizdiler, bıyık bırakmak, sigara içmek yasaktı.  Kasiyer parasını aldığı müşteriye güler yüzle teşekkür etmezse masanın altından Reşat Bey’in tekmesini yerdi. Parti ya da takım tutmak yasaktı. Müthiş bir ekip kurulmuştu. Markiz Pastanesi’nden, Degustasyon ve Orman Lokantası’ndan, İtalyan Sefareti’nden büyük paralar verilip ustalar, şefler getirtilmiş müthiş bir ekip kurulmuştu. Şef Garson Vasil 5 lisanı ana dili gibi konuşurdu. Hatta coştuğunda bağıra çağıra Arnavut’ça şarkılar söylerdi.

Reşat ile Vahit hiç patrona benzemiyorlar, oradan oraya koşturuyorlardı, kimi zaman paltosunu tutukları müşterilerin onlara bahşiş verdiği bile oluyordu.

Önce kocaman bir kokteyl bardağının kesilmiş halinin Paşabahçe’ye götürdüler ve bu dev bardaktan 3 bin adet ısmarladılar. Bu bardaklarda bir “Piknik” klasiğine dönecek olan “Arjantin” birasını müşterilerine sunmaya başladılar. Rakı uzun zaman gerektirdiğinden servis edilmezdi. Piknik’te, dünyada henüz fast food yokken muhteşem kalabalıklara sosis tavalar, enfes şişler servis ediliyordu. Piknik kendine özgü bir fast food merkezi olmuştu. 1955’de Muhsin Ertuğrul’un operadaki muhteşem balosunda 750 kişiye inanılmaz bir servis vermişlerdi.

Tümü sigortalı 100 kişi çift vardiya çalışıyordu. Bazı günler 2500 hatta 3000 sandviç satılıyordu. Atatürk Orman Çiftliği’nden gelen günde 30 fıçı bira bazen yetmiyordu.  Hasılat onlar için özel olarak bekletilen banka görevlisine teslim ediliyordu. Ankara’da Koç’tan sonra en yüksek vergiyi ödemişlerdi.

Senede 364 gün çalışırlar yalnız 10 Kasım’larda kapatırlardı. O gün Atatürk’ün muhteşem bir yağlı boya resmini vitrine koyar, çiçeklerle süsleyip üstüne bir de siyah tül bırakırlar, geceleyin de ışıklandırırlardı.

Cumhurbaşkanı Celal Bayar beyaz eldivenleri ile gelir, meyve suyunu içer, bazen de bir hatıra fotoğrafı çektirirdi.

İsmet İnönü başbakanken bile bankacılık işlemleri için karşıdaki İş Bankası’na bizzat kendisi gelirdi. İşlemler devam ederken Paşa’ya mutlaka Piknik’ten greyfurt suyu istenirdi. Bir gün Paşa bankaya geldiğinde, greyfurt suyu yerine, greyfurt zarlarına kadar soyularak hazırlanan bir tabak küçük bir kaşıkla gönderildi. Vahit bey derhâl bankaya çağırıldı, paşa bu tabağın nasıl hazırlandığını soruyordu.

O zamanlar soğuk hava deposu yok. Greyfurtlar Ürgüp’teki mağaralarda muhafaza ediliyor. Dolayısıyla Piknik’te yaz kış greyfurt eksik olmuyor. Bu olaydan sonra Paşa’ya ve eşi Mevhibe Hanım’a her hafta iki sandık Greyfurt gönderilmeye başlandı. Paşa’nın damadı Metin Toker bir gün Piknik’e geldiğinde “başımıza öyle bir iş açtın ki” diye Vahit beye takılır. Bir gün Reşat Bey Paşa’ya greyfurtları bizzat götürür. Paşa sorar:

-Ne getirdin evladım?

-Paşam, greyfurt getirdim.

Paşa gözlerindeki katarak nedeniyle iyi görememektedir. Reşat beyi tanıyamaz ve der ki:

-Teşekkür ederim, Reşat Bey oğluma selam söyle…

Bir yaz Piknik’in girişine kocaman bir şemsiyenin altına türünün ilk örneği olan 750 kiloluk Carpigiani dondurma makinesi kondu. Kolu indirdiğinde spiral şeklinde külaha akan dondurmayı almak için Ankaralı’lar bazen 100 metrelik kuyruklar oluşturuyorlar, sıranın ucu taa aşağıdaki Büyük Sinema’ya kadar uzuyordu.

Piknik sabahın 06.30’undan gecenin 22.30’una kadar hizmet veriyordu. Çok erken gelen jambon yumurta meraklısı Amerikalılara, memurlara, çoğu belki de şimdi yönetici olan öğrencilere, Çetin Altan’lara, Nuri Altınoklar’a, Arman Talay’lara, tiyatroculara, limonlu portakallı pelte seven Bülent Ecevit gibi siyasilere, üst düzey bürokratlara, Celal Atik gibi şampiyonlara Tanju Okan gibi sanatçılara hizmet veriyorlardı. Hatta Vahit Bey Tanju Okan’ın nikah şahidi olmuştu.  

Öğrencilere, öğrenci olduğundan şüphelenenlere, sarhoş olacağı belli olanlara içki kesinlikle verilmezdi. Ama sarhoş olmuşsa da yanına bir komi verilip evine bırakılırdı. Piknik’te yüzleri kıpkırmızı oluncaya kadar içen pek çok yabancı diplomata da Vatikan’daki rahibe okulundan giysileriyle gelmiş öğrencilere de aynı masada rastlamak mümkündü. Bazen parası çıkışmayan müşterilere Lefter gibi garsonlar, sanki para vermişler gibi masaya bir de paranın üstünü yolluk diye bırakırlardı.

Gar gazinosunda aryalar söyleyen Nico Piknik’in önünden geçerken başını içeri uzatır, bir arya patlatır ve yoluna öyle devam ederdi. İlk “espressoo” Piknik’te içildi. Sevgi Soysal espressosunu yudumlarken yazdığı “Yenişehir’de Bir Öğlen Vakti” eserini Türk Edebiyatına armağan ediyordu. Cenk Koray televizyon programında Piknik’i soru yapmıştı. Bulvarın o noktası “Piknik Durağı” olmuştu. Yolcular inecekleri zaman şoföre “Piknik’te inecek var” diyorlardı.

Mayonez elle karıştırılarak hazırlanır, sandviçler ilk defa Piknik’e özgü olarak yağlı kâğıda sarılarak müşterilere verilirdi. Naylon torbalara ilk defa Piknik’e özgü kırmızı ile Piknik yazılmıştı. Ankaralılar yayın tavayı, cipsi, sahanda sosisi

muhteşem Rus salatasını Piknik’te yediler, sevdiler ve unutamadılar… hardalı bile kendileri yaparlardı.

1960 yıllarda talebe iken Piknik’te kasiyerlik yapan Hayri Ayaz daha sonraları “Türkiye Gençler Tek ve Çift Erkekler Tenis Şampiyonu” olacaktı. 2004 yılında Petkim’in mali müfettişi olarak emekliye ayrılan Hayri Ayaz, Reşat beyi unutmaz ve geldiğinde elini saygıyla öper.

Döviz darboğazı yıllarında Piknik, krem karameli yalnız Ankaralılara tanıtmakla kalmaz, Pan American gibi şirketlerin menüsüne de koyar, Merkez Bankasına her ay 10 binlerce dolar döviz yatırır.

Çocukluğumdan bana kalan çok güzel bir hatıradır Piknik.

Piknik için daha yazılacak çok şey var. Ancak ben bu kadarla iktifa edeceğim. Bu yazının tamamı sayın Yalçın Ergir’in “Piknik yazısından alınmıştır. (Piknik -Tuna Caddesi, 1/A, Yenişehir / Ankara düş hekimi yalçın ergir  http://www.ergir.com)

Aaron Baruch  (Ankaralı)

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 


6 Mart 2021 Cumartesi

TÜRKİYE'NİN YAHUDİ PROFESÖRLERİ…

 




Yazıma Ortadoğu ve İslam tarihi üzerine çok sayıda eserleriyle tanınan önemli tarihçi Bernard Lewis’in şu çarpıcı söylemi ile başlayacağım.

“İcat edilen tarih, belli bir amaca uygunluk sağlamak üzere tarihin değiştirilerek anlatımıdır. Bu şekilde tarihi yazmaya soyunanlar tarihin olduğu gibi değil de öyle olmasını tercih ettikleri gibi yeniden yazmayı tercih ederler.

İcat edilen tarihin amacı, olayları süslemek, tatsız geçmişi düzeltmek veya ortadan kaldırarak daha uygun hale getirmektir.”

Bugüne kadar Türkiye Cumhuriyeti tarihi ile ilgili yazılarımda 1923 (Cumhuriyetin kuruluşu) ile 1955 (6-7 Eylül soygunu) tarihleri arasında geçen olayları yazmaya çalıştım. Yukarıda tarihçi Bernard Lewis’in açıkladığı “icat edilen tarihle” pek çok kez karşılaştım. Elimden geldiğince yanlışlara işaret etmeye ve gerçekleri anlatmaya ve bilinmeyenleri kaleme almaya gayret ettim.

Bu hafta dilim döndüğünce hemşerim İzzet Bahar’ın çok önemli eseri “İkinci Dünya Savaşında Türkiye ve Yahudi Meselesi” kitabından faydalanarak Türkiye’ye gelen Yahudi profesörlerin gerçek hikayesine değineceğim. Bu aynı zamanda üç hafta evvel yazdığım “Üç Söylem” yazımın ikinci bölümünü de oluşturmaktadır.

1933 yılında Hitler iktidara gelir gelmez “Sivil Kamu Hizmetlerinin Yeniden Yapılandırılması” kanunu ile Ayan ırktan olmayanların devlet hizmetinde çalışmalarını yasakladı. Yüzlerce Yahudi akdemiysen çalıştıkları işlerden kovuldular.

İlginç bir tesadüf eseri aynı günlerde Türkiye yüksek eğitim sisteminde köklü bir değişim yapma telaşındaydı. Ülkedeki tek üniversite, Osmanlı’dan miras kalan Darülfünundu ve bu köhne eğitim kurumu genç Türkiye Cumhuriyeti’nin devrimci yeniliklerine bırak ayak uydurmayı üstelikte köstek oluyordu.

1932 yılında üniversite reformu konusunda ülkeye Cenevre Üniversitesinden Profesör Albert Malche davet edilir. Profesörün görüşleri doğrultusunda bir yasa hazırlanır 31 Temmuz 1933’te Darülfünun kapatılarak bir gün sonra 1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi açılır.

Ancak Darülfünundan çok az eğitmen İstanbul üniversitesine alınmıştır. Yeni üniversitenin çok büyük bir eğitmen açığı vardır. Ortak çıkarlar buluşur ve işlerinden kovulan Yahudi profesörler için Türkiye adeta bir sığınak olur.

Bu konu işte tam da giriş bölümünde açıklamaya çalıştığım “icat edilen tarih” ile süslenerek pek çok kez Türkiye Cumhuriyeti idarecileri tarafından “biz Yahudi bilim adamlarını kurtardık, onlara kucak açtık” söylemiyle propaganda malzemesi olarak kullanılmıştır.

Bakın İzzet Bahar kitabında belgelere dayanarak olayı nasıl açıklamaktadır.

Türkiye’ye gelecek profesörlerin listesini, 7 saatlik uzun bir toplantıdan sonra zamanın Milli Eğitim bakanı Reşat Galip ile, “Yurt Dışındaki Alman Bilim Adamları Yardımlaşma Cemiyeti” yöneticisi Profesör Philipp Schwartz birlikte hazırlarlar. (6 Temmuz 1933)

Bu arada 1933 Eylül’ünde ilginç bir olay yaşanır. Profesör Albert Einstein TC. Başbakanı İsmet İnönü’ye bir mektup yazar. Mektubun anteti İbranice (Yidiş dilinde) olup tarihi 17 Eylül 1933’dür. Mektubun ekindeki listede pek çok profesörün ve doktorun ismi vardır ve tüm liste Alman Yahudi’si bilim adamlarından oluşmaktadır. Profesör bu akademisyenleri yeni kurulmakta olan üniversite için tavsiye etmektedir. 14 Kasım tarihli cevabi mektubunda Başbakan İnönü “içinde bulunduğumuz durumda BU BEYLERDEN daha fazla sayıda yabancı personel istihdam etmemiz mümkün değildir” diyerek teklifi kesinlikle ret eder.

Buradaki ilginç nokta Einstein’in mektubundan üç gün evvel 14 Eylül 1933 tarihli 14942 numaralı kararname ile hükümetin yabancı profesör istihdam etmek arzusunda kararlı olduğu ve sözleşmeler yapmak için Maarif vekaletine salahiyet vermesidir.  Yani hükümet yabancı profesörleri istiyor ama İnönü alınacak bilim adamlarının Einstein’in listesindeki “BEYLERDEN” olmasını istemiyor…

Einstein’ın mektubundaki ilginç bir konuda pek çok kere yayınlanan fakat asla değinilmeyen mektup üzerinde bulunan, enlemesine el yazısıyla yazılmış bir notta gizlidir. İncelendiğinde notta açık açık “esasen bu seviyede 40’a yakın Yahudi gelmiştir” yazmaktadır.

1933 temmuzunda yabancı profesörlerin seçimi yapılırken TC. Hükümeti Yahudi olup olmadıklarıyla ilgilenmiyordu. Ne oldu da aynı yılın Kasım ayında hala ihtiyaç devam etmesine rağmen artık Yahudileri istemiyorlardı?

Aradığımız cevabı İzzet Bahar’ın kitabında buluyoruz. 1933 Ağustos’unda kişiliği ve görüşleri çok tartışılan Nazilerle içli dışlı Profesör Dr. Ferdinand Sauerbruch İstanbul’a gelir ve daha sonra Ankara’ya geçerek İnönü ile buluşur. (Listenin hazırlanmasından birkaç hafta sonra) “Türkiye’ye gelecek profesörlerin listesini yeniden gözden geçirin, daha iyileri ile değiştirin” der. Kontratlar hazırlanmakta olduğu halde durdurulur. Profesör Dr. Ferdinand Sauerbruch hazırladığı tamamen Alman Aryan ırka mensup listedeki Profesörler Türkiye’de çalışmak için davet edilir. Ancak Aryan ırka mensup bu Alman bilim adamlarından hiçbiri  teklifi kabul etmeyince eski listeye dönülür ve neredeyse tümü Yahudi pek azı Nazi karşıtı Alman profesörler ve yardımcıları aileleriyle birlikte yaklaşık (400-500 kişi) Türkiye’ye gelerek Türk yüksek eğitim sisteminin temellerini atarlar ve kalıcı eserler bırakırlar. Savaş bittikten sonra neredeyse hepsi ülkelerine geri dönerler.  

İlginç bir başka konu da Türkiye’nin dışındaki ülkelere kaçan Yahudi ya da Nazi aleyhtarı başka profesörlerin hiçbiri savaştan sonra Almanya’ya geri dönmezler ve hayatlarına bulundukları ülkelerde devam ederler.

Profesör Dr. Kader Konuk kitabında bu profesörlerin Yahudi hatta Alman oldukları için değil de Avrupalı oldukları ve Avrupa kültürünü temsil ettikleri için Türkiye’ye davet edildiklerini ifade eder.

Ne olmuşsa olmuş, Türkiye Yahudi bilim adamlarına bir sığınak olmuş, onlarda minnettarlıklarını Türk yüksek eğitim sistemini kurarak ve kalıcı eserler bırakarak ödemişler. Türkiye’ye gelen Profesörlerden Fritz Neumark’ın dediği gibi “ortak çıkarların uyuşması” veya Türk devlet çıkarlarının gerektirdiği yapılmıştır. Durumu “raison d’etat” olarak açıklamak yerinde olacaktır.

Bu bilgilere eriştikten sonra Türk idarecilerinin “biz Yahudi bilim adamlarını kurtardık, onlara kucak açtık” söylemine pek tereddütlü yaklaştığımı söyleyerek yazıma son veriyorum.

Esen kalın…

 

Aaron Baruch (Ankaralı)