31 Ocak 2018 Çarşamba

KURUN-I VUSTAI - VARLIK VERGISI





Sevgili dostlarım...

Bahtiyar Han nerededir bilir misiniz? Hiç dikkatinizi çekmiş midir? Bu gün kimindir acaba? İstanbul Galata'da bulunan bu muazzam han bir zamanlar bir avukata aitti. Avukat  Milaslı Gad Franko.

Kasım 1942 de Varlık Vergisi Kanunu çıkınca  kendisine 420 bin TL.  Varlık Vergisi  konmuştu. Ödemesi için, diğer herkes gibi ona da 15 gün de müddet verilmişti. Hanı ipotek edip 100 bin TL.sını hemen ödedi. Bakiyesi için de  hanı derhal satışa  çıkarttı. Ancak daha 15 günlük süre dolmadan hana ve bütün mallarına  haciz konuldu. Satamadı. Vergisini (!)  ödeyemedi.

Vergisini öde(ye)miyenler  için  icra-hacizden sonra  zorunlu çalışma kampı  söz konusuydu. Ancak kadınlar ve 55 yaşın üzerindeki  erkekler kamplara gönderilmeyeceklerdi. Ne var ki, 20 ocak 1943de İsmet İnönü başkanlığında yapılan bir toplantı neticesinde bu kural kaldırıldı.

Ve 62 yaşındaki Gad Franko'yu,  Aşkale'ye taş kırmaya gönderdiler...



O Gad Franko ki,  Türkiye'nin ilk hukuk doktorasına sahip hocalarından bir idi.

O Gad Franko ki,   yazdığı iki ciltlik Medeni Kanun Şerhi kitabı halen ABD kongre kütüphanesindedir.

O Gad Franko ki,   1926 - 1941 yılları arasında yayımını üstlendiği Hukuki Bilgiler Dergisi, Cumhuriyetin  yeni yeni şekillenen  hukuk biliminde çok önemli bir işlev üstlenmişti. İşte böyle bir  adamı,   böyle  bir  hocayı  böyle bir  muamele ile Aşkale'ye gönderdiler....

Bu ne nefret, Allah'ım...

Gad Franko bir zamanlar öğrencisi olan Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na Aşkale'den şu mesajı gönderir:

-Saraçoğlu'na söyleyiniz, devlet vatandaşının her şeyini, hatta canını bile isteyebilir. Ancak olmayan bir şeyi  istemeye hakkı yoktur...

Bu konuşmadan 20 gün sonra Gad Franko serbest bırakıldı. Bütün mal varlığı haraç mezat satılmıştı. Ancak bir hukuk adamı olarak devlet bu adamı hala  "tehlikeli"   biri olarak algılıyordu. Savcılık barodan Gad Franko'nun   "ötedeberide   Varlık Vergisi ve Hükümetin Manevi Şahsiyeti ile ilgili olarak tecavüzkâr mahiyette sözler sarf ettiği" gerekçesi ile disiplin cezasına çarptırılmasını istedi. Savcılık Baro'ya tam 11 kere yazı yazarak ısrarcı bir tutum sergileyecektir. Ama boşuna... Gad Franko  bildiğini okuyacak  ve Varlık Vergisi'ni  "Kurun-ı Vustai"  yani ortaçağ kanunu olarak nitelemeye devam edecektir.
15 Mart 1944. Varlık Vergisi yürürlükten kalkar. Ve Baro kararını açıklar.

- Soruşturmaya gerek yoktur...

Gad Franko Aşkale'den döndükten  sonra bir gün yemek yemekte olduğu lokantaya başbakan Şükrü Saraçoğlu gelir. Her kes ayağa kalkar. Gad Franko kalkmaz. Yemeğini bitiren Saraçoğlu gittikten sonra Gad Franko'ya "niye ayağa kalkmadın" diye sorarlar. "Öyle icap etti" der. 

Franko sonraki yıllarda bir handa, kiralık bir yazıhanede, mesleğini sürdürmeye devam eder. Ancak oğlu  Avukat Emil Franko'nun deyişi ile   "kurulmasında pay sahibi olduğu Türkiye Cumhuriyeti'ne küskün bir vatandaş olarak"    1952de vefat eder... 



11 Kasım 1942. O uğursuz gün Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti, tamamen  Başbakan Şükrü Saraçoğlu'nun eseri olan Varlık Vergisini, oturuma katılan 350 milletvekilinin oy birliği ile kabul edip yürürlüğe koymuştur. Ancak daha sonraları Demokrat Partinin çekirdeğini oluşturacak 76 milletvekili bu oturuma katılmamıştır. Resmi ağızlar Varlık Vergisi'nin ekonomik kaynak sağlamak, karaborsacılığı önlemek, savaş zenginlerinden haksız kazançlarının vergisini almanın yanı sıra  tedavüldeki para miktarını azaltmak ve  fiyatları düşürmek  gibi sebeplerle  çıkarıldığını  açıklar.

Ancak esas amacın gayrimüslim tüccarı ortadan kaldırmak suretiyle  "sermayeyi Türkleştirmek" olduğu açıktı. 11 Kasım 1942 günü koyulan ve 16 ay yürürlükte kalan Varlık Vergisi'ni  Bilgi Üniversitesi öğretim üyesi Prof. Dr. Ayhan Aktar şöyle değerlendirir :

"Bu verginin temel özelliği, azınlık karşıtı bir vergi olmasıdır. Baştan beri öyle tasarlanmıştır. Bunu, İstanbul Defterdarı Faik Ökte'nin anılarından öğreniyoruz.  (Varlık Vergisi Faciası Kitabı - Faik Öke) Faik Bey merhum, 12 Eylül 1942 günü, İstanbul Defterdarı olarak göreve başlar. Önüne Ankara'dan gelen "çok gizli" damgalı bir mektup koyarlar. Mektupta, savaş şartları dolayısıyla bazı tüccarların aşırı kârlar elde ettikleri ve bunları vergilendirmek için bakanlıkta yapılan hazırlıklar anlatılmaktadır. Bakanlık, bu tüccarların  "etnik ve dini kökenlerine " göre listelerinin hazırlanmasını ister. Yani devlet, vatandaşlarını ilk andan itibaren Müslüman ve gayrimüslim diye ayırmaya başlamıştı..."

Yapılmaya çalışılan şey yalnız sermayenin Türkleştirilmesi yada servet transferi değildi.
Bir intikam, bir kıskançlık krizi halinde bütün gayrimüslimlerin ellerinde az çok ne varsa hepsini almak istiyorlardı. Varlık vergisi gayrimüslimlerin en yoksul kesimi olan seyyar satıcılar, işçiler,  hademeler hatta şoförler gibi meslek guruplarına da uygulanmıştır. Öde(ye)meyenler çalışma kamplarına gönderildiler... Yalnız Aşkale'ye tümü gayrimüslim 1229 kişi gönderildi. Bunların 21 i orada öldüler.

O tarihte mecliste bulunan 4 gayrimüslim  milletvekili  sızan haberlerden tasarlanmakta olan bu verginin   çıkarılmak  üzere olduğunu anladıklarında Başbakan Şükrü Saraçoğlu'na giderler ve derler ki :

-Toplamayı hedeflediğiniz 300 milyon TL.sını biz (gayrimüslimler)  kendi aramızda toplayalım ve hükümetimize verelim...

Saraçoğlu kabul etmez. Kabul etseydi bu verginin azınlıklardan tahsil edileceğini  kabul etmiş olacaktı.

Sanki tarih yazmadı...

Bu kanun azınlıkların üstüne kabus gibi çökmüştü.  Ödeme için ancak 15 gün süre tanınmıştı. Bazı mükelleflere bu süre bile tanınmadan varlıklarına haciz konuluyordu. Beyoğlu'ndaki mücevheratçılar, altın işi yapanlar, ve enteresandır, Burla Biraderler bu şekilde verilen süre dolmadan hacize uğramışlardı.

Her şey haraç mezat satılıyordu. Yüzlerce mülk bir kaç günde el değiştirdi. Satın alanlar genelde Anadolu'dan gelmiş yeni zenginlerdi. Her şey yok pahasına gidiyordu. O günlerin trajedisini anlatabilmek için bir iki küçük bölümü aktarmak istiyorum.

"Mezatın yapıldığı yer  küçük bir evdi.100-150 kişi içeriye doluşmuştu. Haciz memurunu görebilmek için insanlar mobilyaların ve kuştüyü koltukların üstüne çamurlu ayakkabıları ile çıkmışlardı..."

"Mezattan likör alan bazı insanlar bunun ne olduğunu bilmediklerinden tabağa döküp ekmek banarak yiyorlardı"

"Aile albümleri elden ele dolaşıyor resimler  alıcılar tarafından dikkatlice inceleniyordu."

Kim ne kadar vergi verecekti. Tamamen kafadan atmaca bir şekilde tespit ediliyordu.

Dönemin İstanbul Defterdarı  Faik Ökte anlatıyor :

- ....ne kadar ezbere taayyün ettiğini  (belirlendiğini) anlamak için her odayı bir iki  dakika dinlemek yeterli idi.  Ara sıra şöyle konuşmalar oluyordu:

    - ... ne kadarlıktır?
    - 500.000
    - Milyonluk
    - Ne biliyorsun ?
    - Sen ne biliyorsun ?
    - Ortalama bir rakama git....  

Benim Büyükbabam da anlatırdı. Mesleği   yağcı olan birisine   "yağ tüccarı"  olduğu varsayılarak müthiş bir vergi konur. Oysa adamcağız kepenklere yağ süren bir zavallıdır.  

-Peki büyükbaba, sen ne yaptın diye sorduğumda anlatmazdı.  Belki de anlatmaktan korkardı. Ancak rahmetli anamdan bilirim, büyük babama 50 bin  TL. vergi konmuş. Ancak komisyondaki bir tanıdığı bir sıfırı silmiş. Vergi 5 bin liraya inmiş. Ödemişler, kurtulmuşlar...

İsak Alaton anlatıyor :

- Bize önce 16 bin sonradan 64 bin TL. vergi konuldu. Ödememiz imkansızdı. Babamı Aşkale'ye göndermek üzere Sirkeci'deki sevk merkezine aldılar.  "Özel tanıdıklarımız" sayesinde 4 ay orada kaldı. Fakat sonunda gönderdiler ve orada da 8 ay kaldı. Döndüğünde yıkılmış  ve kırılmış bir vaziyette idi. Bütün serveti elinden alınmıştı. Bir daha toparlayamadı...

Şapat Levi,  98 yaşında  iken bir söyleşide şöyle diyor:

- "Hata ettik” demelerini isterim tabii. Ama ne değişir? Ben affettim zaten. Bizi Hitler’den kurtardı İnönü, Varlık Vergisini de affettim böylece. Eğer bizi Hitler’e verseydi sabun olacaktık. Parayla hayat ölçülmez. İnönü sayesinde hayatta kaldık. Bunu unutmadım.

Keşke Sayın Şapat Levi'ye  Türkiye Cumhuriyeti'nin savaşa girmemesi ve dolayısı ile Yahudilerin kurtulmasının çarpık Varlık Vergisi ile hiç bir ilgisi  olmadığını anlatabilseydim. Rıfat Bali bu konuyu derinlemesine incelemiş ve Varlık Vergisi ile ilgili bir çok eser yayınlamıştır. Varlık Vergisi ile Yahudilerin "Almanlar'a verilmemesinin"  hiç bir  alakası yoktur. 


Varlık vergisi Türkiye Cumhuriyeti için  sadece bir utançtır. 21 Ocak 1943 tarihli Cumhuriyet Gazetesine  Başbakan Şükrü Saraçoğlu  şu demeci verir:

"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, memleketlerine karşı bu nazik anda  vazifelerini  yapmaktan  kaçacak  kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddeti ile uygulanacaktır."

Ve uyguladılar...Kanunla... Kurun-ı Vustai... Ortaçağ Kanunu...

Biz Yahudiler  ve diğer gayrimüslimler  Türkiye'de 500 değil 1500 yılda kalsak yine misafiriz, yine misafiriz. Bugünkü iktidar da aynı şeyi sık sık dile getirmiyor mu?

Bu yazımı yazarken  Rıdvan Akar'ın Aşkale Yolcuları isimli kitabından pek çok alıntı yaptım. 

Sayın Denis Ojalvo'nun bu konudaki yazıları elbette ki arşiv niteliğinde ve çok faydalandığımı  söylemeliyim. 

Ayrıca Milliyet Gazetesinden Sayın Zeynep Özkartal'ın  28.01.2012 tarihli söyleşisi  de bana ışık tuttu. 

Aktüel Mecmuasından Sayın Perihan Özcan'dan da çok yaralandım.

Hepinize teşekkürlerimi sunuyorum...
.
Aaron Baruh  (Ankaralı)

27 Ocak 2018 Cumartesi

LOZAN-YAHUDİLERİN AİLE HUKUKU HAKLARI







YAHUDİLER LOZAN ANLAŞMASI İLE KENDİLERİNE TANINAN HAKLARINDAN NEDEN VAZ GEÇTİLER?  

Yeni Türkiye Cumhuriyeti, milliyetçilik ve milli egemenlik üzerine kurulmakta idi. Bu devlet yapısıyla saltanatı ya da halifeliği bağdaştırmak mümkün değildi.

1 Kasım 1922 de saltanat ve halifelik biri birilerinden ayrıldı. Halifeliğin yetkileri yalınız dini konularla sınırlandırıldı. Vahdettin’den sonra Abdülmecit Efendi TCBMM tarafından halife ilan edildi.  Halifelik makamı yalnız dini konularla meşgul olacaktı.

Ne var ki Abdülmecit Efendi kendisini devlet başkanı gibi görmeye başladı. Bu durum yeni kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’nde huzursuzluk yaratıyordu. Buna karşı derhal tedbir alınması gerekiyordu. Ayrıca yapılması düşünülen devrimler için de bu bir engel teşkil etmekteydi. Atatürk, halifeliğin yabancı güçler tarafından, Türkiye aleyhine kullanılabileceğinden endişe etmekteydi. 1 Mart 1924 günü mecliste yaptığı bir konuşmada bu fikrini açıkladı. 3 Mart 1924 de etkileri hala devam eden tarihi bir kararla TCBMM, halifeliği kaldırdı.

Avrupa basınında Rum ve Ermeni patrikhaneleri ile Yahudi hahambaşılığının da kaldırılacağı yönünde yazılar çıkmaya başlamıştı. Bir Halk Fırkası milletvekili, zamanın Hahambaşısı Haim Becerano’ya hilafetin kaldırılmasından sonra Rum Ortodoks ve Ermeni Patrikhaneleri ile Hahambaşılığın da kaldırılması gerektiğini söyledi.  Hatta azınlık okulları da kapatılmalıydı. Bulgar “La Bulgarie” gazetesi bu koşullardan dolayı Yahudi Cemaatinin, Türkiye Cumhuriyeti hükümetinden çok şikâyetçi olduğunu yazdı. Cemaat haberi kesin bir dille yalanlayıp hükümete karşı duydukları “derin ve değişmez sadakat” duygularını bir kez daha dile getirdiler.

Fakat Atatürk’ün 4 Mayıs 1924 tarihinde “New York Herald”  gazetesine verdiği bir demeç Türk Yahudi Cemaati’ni çok endişelendirdi:

“Hilafetle birlikte Türkiye’de mevcut olan Ortodoks ve Ermeni Kiliseleri Patrikhaneleri ile Musevi Hahamhanelerinin (hahambaşılığı) ortadan kalkması lazımdır. Hilafet ve bu muhtelif patriklikler asırlardan beri ruhani daire-i salahiyetleri haricinde muazzam imtiyaz topladılar. Halkın mütalaasına müsteniden bahsedilen hukuk haricinde imtiyaz ile Cumhuriyet idaresinin tatbiki kabil değildir.”
“Bizimle 400 sene birlikte yaşamış olan Rumlar, günün birinde kendilerini gayrimüstahlâs addederek Türklerin boyunduruğundan kurtulacakları günü düşünmeye başladılar. Mekteplerinde kendi lisanlarını ve dinlerini tayin ettiler. Taht-ı hâkimiyetinde yaşadıkları hükümeti yabancı saydılar. “
“Diğer milletlerde de aynı hal vaki oldu. Türkiye’de mektepler ve kiliseler tahrikâtın ocağı idi. Gayrimüslim anasır, hatta imparatorluk hududu dâhilindeki Müslüman Araplar, aynı maksatla mekteplerinde Türk lisanının talimini ihmal ettiler. Böyle bir vaziyette İngiltere, Fransa, Amerika veya herhangi bir milletin ne kadar zaman tahammül edebileceğini sorarız.”

Üç gün sonra The New York Times gazetesi Hahambaşılık ve Patrikhaneler tamamen kapatılmayacağını fakat görev alanlarının sadece dini konularla kısıtlanacağını yazdı.

Cemaatin devam eden tedirginliği üzerine İstanbul Valisi Süleyman Sami Bey Hahambaşı Haim Becerano’yu ziyaret etti. “Yahudiler’in sadık ve değerli yurttaşlar olduklarını ve hükümette Hahambaşılığın tamamen kaldırılması konusunda hiçbir niyetin olmadığını” bildirdi.

Haim Becerano davet üzerine dışişleri bakanı Nusret beyi ziyaret etti. Nusret Bey “Hahambaşılığın kaldırılması gibi bir niyetin hiçbir zaman olmadığını” belirterek hahambaşıdan basında çıkan bu haberleri tekzip etmesini istedi. O da haberleri şiddetle tekzip etti.

LOZAN

24 Temmuz 1923 de Lozan anlaşması imzalandı. Anlaşmanın 37’nci maddesinden 45'nci maddesine kadar olan maddeler Türkiye’de yaşayan gayrimüslim Türk vatandaşlarının haklarını koruma altına aldı.

Batılı devletler ile Milletler Cemiyeti bu hakları garanti altına almış bulunuyordu. Türkiye bu hakların ihlali halinde batılı devletlerle Milletler Cemiyetine müdahale hakkı tanımış bulunuyordu. Türkiye hiçbir zaman bunu içine sindiremedi.

Atatürk bunu bir İngiliz Gazetesine verdiği mülakatta açık açık söylemiştir:

“Azınlıklara karşı kendimizi misak-ı milli ile tespit edilmiş ve Ankara’da Fransa ile imzalanmış anlaşmanın teyit ettiği ilke ile bağlı sayıyoruz. Biz savaştan bu yana büyük devletler arasında çeşitli anlaşmalarla azınlıklara verilen tüm hakları vermeye hazırız. Hatta ısrarla istekliyiz. Ancak berrak bir şekilde anlaşılmalıdır ki, yabancı kontrolü istemekte olduğumuz mutlak bağımsızlıkla bağdaşamaz ve imkânsızdır.”

Anlaşmadan sonra en çok problem 42’nci maddede çıktı. Bu madde aile hukuku ile ilgiliydi. Lozan’a göre ihtilaflar cemaatin örf ve adetlerine göre çözülecekti. Yani ihtilaflarda, Talmud hükümleri geçerli olacaktı. Bir yandan Talmud kanunları bir taraftan hukuk. Pratikte uygulanması imkânsızdı. Encümenler, komisyonlar kuruldu. Bir sürü görüşmeler toplantılar yapıldı.

Profesör Mişon Ventura ile Kalef Gabay, Yahudilerin Lozan anlaşmasının 42’nci maddesinden ile kendilerine tanınan haklardan vaz geçmeleri konusunda Hahambaşı Haim Becerano’yu ikna etmeye uğraşıyorlardı. Çünkü pratikte bu maddenin hukuken işlemesi mümkün değildi. Cumhuriyet mahkemelerinin hâkimleri Talmud’a göre nasıl karar verecekti?
Esasında Lozan heyetinden Hasan Saka TBMM’nin gizli oturumunda yaptığı konuşmada “gayrımüslim vatandaşların artık kendi şeriatları ve hukukları yerine Türkiye Cumhuriyeti’nin kanununa tabi olmalarının şart olduğunu”  belirtmişti.

15 Eylül 1925 günü Hahambaşılıkta yapılan toplantı neticesinde Yahudi Cemaati, aile hukuku, şahsi hükümler ve miras hukuku bakımından artık ayrı bir muameleye tabi olmak ihtiyacını duymadıklarını kabul ederek  Lozan Anlaşmasının 42'nci maddesinin bu hükümlerini kapsayan birinci ve ikici paragrafından vaz geçti.   

Yahudiler bu konuda çok doğru davranmışlardır. Çok da isabet etmiştir. Örneğin aile hukuku konusunda Talmud hükümlerine bağlı olan Yunanistan'da çok sıkıntılar yaşanmaktadır.

Ayrıca Hahambaşı, “Lozan anlaşmasının azınlıklarla ilgili olarak ruhani konular haricindeki maddelerin tamamının lüzumsuz olduğuna inandığını” bildirmiştir. 

Peşinden Ermeni ve Rum cemaatleri de Ekim 1925 de Lozan anlaşmasının kendilerine tanımış olduğu haklardan vaz geçtiler. Buna gönüllü razı olmadılar. Tehdit edildiler ve zorlandılar. Sonuçta kabul ettiler.

Aradan geçen bunca seneden sonra söylenebilecek ne var ki? Cumhuriyet Hükümetleri zaman zaman özellikle vakıflar konusunda haksızlıklarda bulundular. 

Fener Rum Patrikhanesi kendisine tanınan hakları çoğu kez suistimal etti ve hala zaman zaman “ekümenlik ” iddialarında bulunmakta. 

Bu saatten sonra ne değişebilir ki? Hiç. Sadece tarihi hatırlamak ve paylaşmak istedim.


Sevgiyle kalın, hoşça kalın…

Aaron Baruch  (Ankaralı)

Kaynakça : Bir Türkleştirme Serüveni – Rıfat Bali (Saygılarım ve teşekkürlerimle)
                   Vikipedia





PEYNİRİMİ KİM KAPTI ?







Değerli dostlarım,
Dr. Spencer Jhonson’un harika bir kitabı. Yeni değil. Ara ara fırsat buldukça tekrar okurum. 100 sayfadan az. Okuması 1 saat bile sürmüyor. Ama inanın bana bir ömür boyu yetecek dersler var içerisinde. Sizlerle paylaşmak istedim.  Son satırı okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacağınızdan eminim.
Size kitabın çok kısa bir özetini ve benim anladığım kadarı ile vermek istediği mesajları anlatmaya çalışacağım. Basit gibi gelebilir ama değil. Ben bu kitabı başucu kitabı yapmışımdır. Bugün İsrael’de yaşıyorsam bu kitabın bunda payı var.
Kitap çok uzak diyarlarda yaşayan iki küçük fare ile iki küçük insandan bahsetmekte. Sevimli karakterlerimiz her sabah koşu ayakkabılarını giyerek yaşadıkları labirentte en sevdikleri yiyecek olan peyniri aramaya çıkarlar. Labirent, bilinmeyenlerle dolu, karışık ve zorludur. Yazar hayatı labirentle simgelemiştir. İki küçük fare ise insanların basit yönlerini, küçük insancıklar ise insanların karmaşık yönlerini sembolize etmektedir. Peynir ise insanların ihtiyaçlarını ve hayallerini temsil etmekte.
Her gün koşuya çıkan bu dört sevimli karakter bir gün çok büyük bir peynir deposu keşfederler. Rüyaları hakikat olmuştur. Artık her sabah doğrudan depoya gelmekte ve istedikleri kadar peynir yemektedirler. İnsancıkların rahatları yerindedir. Artık sabah erken kalkmazlar. Koşu ayakkabılarını da çıkarmışlardır. Depoya rahat rahat gelirler ve ihtiyaçları kadar peyniri yerler. Fakat fareler her sabah yine erkenden gelmektedirler. Koşu ayakkabılarını boyunlarına asmışlardır. Her sabah peynirleri ölçerler, bakarlar, analiz ederler, tazeliğini kontrol ederler.
Bir sabah sevimli karakterlerimiz müthiş bir sürpriz ile sarsılırlar. Depoya geldiklerinde hiç peynirin kalmadığını görürler. Birisi peynirleri almıştır. İnsancıklar ertesi gün geldiklerinde tekrar peyniri bulacaklarına inanmaktadırlar. Fakat günler geçmesine rağmen kimse peyniri getirmez. Fareler ise bir iki gün sonra tekrar koşu ayakkabılarını giyip labirente dalarlar. Hisleri ve içgüdüleri onlara yol göstermektedir.
İnsancıklardan birisi diğerine  “biz de koşu ayakkabılarımızı giyip labirente dalalım mı?”  diye sormaya başlar. Fakat diğeri “kesinlikle olmaz, labirent tehlikelerle dolu. Ben burada bekleyeceğim. Birisi peynirlerimizi geri getirecek” demekte ve arkadaşının da cesaretini kırmaktadır.
Yazarımız mesajlarını bize, karakterlerin duvara yazdıkları yazılar yolu ile vermektedir. Bu yazıların hepsini değil ama bence önemli olan bazılarını sizlere aktarmak istiyorum.
“Sürekli aynı şeyleri yapıp sonuçların değişeceğini beklemek saçma değil mi?”
Sonunda insancıklardan daha müteşebbis olanı koşu ayakkabılarını giyer ve arkadaşını boş peynir deposunda bırakarak labirente dalar.
“Değişimi kabul et. O peynir düne aitti. Asla geri gelmeyecek. Yeni peynire ihtiyaç var.”
Karanlık bir yolda ilerlerken bir çukura düşer. Zor bela çıkar. İlerlemeye devam eder. Önüne bir çukur daha çıkar. Bu sefer çukuru fark eder ve düşmez. Kenarından dolaşır. Bu arada peyniri aramanın da yemek kadar zevkli olduğunu fark eder. 
Derken bir peynir deposu bulur. Ne var ki içerisinde çok az peynir vardır. Fakat bu depo ona cesaret ve güç verir. Bu arada içeride ne kadar peynir olduğunu ve tazeliklerini dikkatle not eder.
“Değişiklik bir anda olmaz. Öngörülebilen kısımları vardır.”
Bu arada arkadaşını da unutmaz. Geri döner. Arkadaşı perişan bir vaziyettedir. Duvarları kırmakta, yerleri kazmakta ve hala eski peynirleri aramaktadır. Ona başından geçenleri anlatır. Ve kendisi ile gelmeye ikna etmeye çalışır. Fakat muvaffak olamaz. Onun gelmeye hiç niyeti yoktur. Hala birisinin, bir gün peynirleri geri getireceğini beklemektedir.
“Bir şeyler değişir, bir daha asla eskisi gibi olmaz.”
Yeniden yola çıkar. Bu sefer her köşeye, duvarlara işaretler koyar. Bir gün arkadaşının da arkasından geleceğini ummaktadır. Bir iki depo daha bulur. Bunlarda da peynir azdır. Her seferinde yeniden yola çıkar.
“Yaptığımız işte mükemmel bile olsak, bazen fırsatların ve kârın azaldığını görebilmek gerek.”
Sonunda inanılmaz boyutta bir peynir deposu bulur. Depo göklere kadar peynir doludur. İşin enteresan tarafı iki küçük fare buraya geleli çooook zaman olmuştur. Depoyu bulan insancık umutla arkadaşını beklemektedir. Her seste “acaba o mu geldi” diye dışarı koşmaktadır.
Peynirleri keyifle tüketirken arada bazen düşünür.
“Korkmasaydım kim bilir neler yapabilirdim?”
Yazarın buradaki en önemli mesajı bence:
“Değişimi, bir şeyin sonu değil,  başı gibi kabul etmek gerekir. Eğer bu değişimi kabul etmezsen bu her şeyin sonu olabilir. İlerlemeye odaklanmış insanlar değişimi bizzat kendileri yaratırlar.  Değişimi kabul ettiğinde değişiklik korkunç bir olay olmaktan çıkar. Korkuların üstüne gitmek seni özgür kılar. Devamlı güvenliği arayanlar ironik bir şekilde bunu kaybetmeye mahkûmdurlar.”
Peynir 1400lerde İspanya’da idi. Sonra Osmanlı’da bulduk peyniri. Derken Türkiye’de.
Şimdi peynir bilin bakalım nerede? Haydi, giyin koşu ayakkabılarınızı.
Sevgiyle kalın, hoşça kalın…
Aaron Baruch  (Ankaralı)
Not : Kitabın harika bir özeti 15 dakikalık bir çok sevimli bir VDO ile anlatılmış.
Merak edenler için linki :









20 Ocak 2018 Cumartesi

İVO MOLİNAS'A CEVABIMDIR...








İsrael askeri mahkemesi, Ahed et-Tamimi’nin gözaltı süresini uzattı. Şalom Gazetesi başyazarı sıfatlı İvo Molinas aşağıdaki tweet’i attı:

“Ne yapmış olursa olsun, 16 yaşındaki bir kızdan çekinilmesi İsrael’in geleneksel devlet refleksi değil”

E yuh sana İvo Molinas !

Ahed et –Tamimi 16 yaşında Batı Şeria’daki Beni Salah Arap köyünde yaşayan bir Filistinli kız. Babası Besim et-Tamimi’nin bir TV stüdyosu var. Bu ailenin işleri güçleri devamlı İsrael askerlerini kışkırtmak, ondan sonra olanları filme çekmek ve dünyaya “bakın bize neler yapıyorlar” diye Filistin reklamı yapmak. Birkaç sene evvel bu kızın abisi yine böyle bir kışkırtıcı olay sonrasında tutuklandı. Babasının öne sürdüğü o zaman 12 yaşında olan bu kız, yumruklarıyla İsrael askerlerini tehdit etti. Görüntüler Filistinliler için mükemmeldi. Silahlı, tam donanımlı İsrael askerlerine karşı koyan 12 yaşındaki Filistinli kız. Elbette bütün dünya basını bu görüntülerin üstüne atladı. Kız, o zamanlar başbakan olan RTE tarafından Türkiye’ye davet edildi. “Filistin’li cesur kıza” Hanzala cesaret ödülü verildi.

Bu gelişmelerden sonra Temimi ailesi daha da cesaretlenerek hepten gemi azıya aldılar. Aralık 2017’de yine benzeri bir eylem, bu kızın babasının çekimleriyle basında konu oldu. Ahed ve kuzeni,  İsrael askerlerini tokatlıyor, hakaretler ediyor, tükürüyor her türlü kışkırtıcı hareketi yapıyordu. Bu oyuna gelmemeye çalışan o aslan gibi askerler de kendilerini savunmuyorlar, olağan üstü sabırlı davranıyorlardı.

Ama buraya kadardı. İsrael’in sabrının da bir raf ömrü var.

19 Aralık’ta artık 16 yaşında olan Ahed tutuklandı. Daha sonra annesi ve kuzeni de tutuklandı. Askeri mahkeme birkaç defa gözaltı kararını uzattı. Bu haftaki son mahkemede, hâkim, mahkeme süresince Ahed’in tutuklu kalmasına karar verdi.

İvo Molinas da yukarıda okuduğunuz tweeti attı.

Bak İvo Molinas, İsrael demokratik bir ülkedir. Kuvvetler ayrılığı tamdır ve bunun sonucu olarak da mahkemeler tam bağımsızdır. Cumhurbaşkanını da, başbakanı da suçları varsa cezalandırırlar. Bu bağlamda Ahed ile ilgili kararı veren hâkimin tamamen kanunlara uygun davrandığından hiç kimsenin şüphesi olmasın. Sen, bunu anlamakta zorluk çekebilirsin. Sadece bir hastaneye, 5 ay içerisinde 18 yaşın altında tecavüze uğrayan ve hamile kalan 115 kız çocuğu getiriliyor ve bu hastane personeli tarafından bu saklanıyorsa sen, o ülkede elbette bunu anlayamazsın. Bundan daha vahimi, nihayet cesur birisi olayı açığa çıkarttığında, bu defa ilin en yüksek idare mercii olan valilik olayda “soruşturmaya gerekli bir durum yoktur” diyorsa elbette çocukları koruyamayan böyle bir Türkiye’de yaşayan senin bunu anlamanı kimse bekleyemez.

Burası İsrael İvo Molinas… Karıştırma…

İnsanların yakılarak infaz edildiği, üç ya da dört yaşındaki çocukların canlı bomba olarak kullanıldığı, katillerin hapishanede yatarken ailelerinin, onların mahkûmiyetleri derecesine göre maaş aldığı, her yolun mubah sayıldığı bir cehennemin ortasında yaşıyoruz biz.

Burası İsrael İvo Molinas…

Hiç tanımadığı 6 çocuk babası bir din adamını 22 kurşun sıkarak öldüren terörist girdiği silahlı çatışma neticesinde öldürülünce senin yaşadığın Türkiye’nin yayın organları bunu “İsrael askerlerinin açtığı ateş sonucunda bir Filistinli genç öldü” diye bildiriyorsa, sen bizi bu Türk kafasıyla anlayamazsın.

İsrael devleti askerini korur. Verdiği eğitimle, teçhizatla, istihbaratla onu gözü gibi korur. 16 yaşında bir kızın askerlerimizi rahatsız etmesine izin vermeyiz. Sonra o askerler hangi moralle bu devleti koruyacaklar? Sen yetiştirdiğin evladını askere bunun için gönderir misin? Hangi anne gururla, hayır duaları ile askere gönderdiği evladının böyle bir kışkırtıcı kız tarafından tokatlanmasına tahammül eder?

AB ya da ABD ya da kim olursa olsun, bu kararı “endişe ile” karşılıyorlarsa İsrael hastanelerinde, Suriye’den gelen çocukların hayatlarını nasıl kurtardığımıza baksınlar.

Sen de gel bak İvo Molinas. Burası İsrael.

Anlayamıyor musun, bu kız kışkırtma elemanı, onun kız olması, ya da yaşının 16 olması kanunları uygulamamızı engellemez. Cezası neyse çekecek.

Ne yazık ki sen de ben de Türkiye Yahudi’siyiz. Senden utanıyorum.


Aaron Baruch  (Ankaralı) 

6 Ocak 2018 Cumartesi

SONER YALÇIN’A CEVABIMDIR :













Değerli Soner Yalçın, sanki Türkiye deki gayrimüslimlerin son yüzyılda yaşadıklarının belgesi gibi yazdığın yazıda kendi kendinle bilmem kaç defa çelişkiye düşmektesin:

“Çok acılar çektiniz.
Linç edildiniz, idamla cezalandırıldınız.
Sinagoglarınız bombalandı… Suikastlara uğradınız…
Kan iftiralarına maruz kaldınız…
Kıyafet zorunluğuna tabii kılındınız…6 metreden yüksek ev yapmanız yasaklandı…
150 yıldır basında görmediğiniz-işitmediğiniz hakaret kalmadı…
1934’de Trakya’da, 1955’de İstanbul’da evleriniz iş yerleriniz yağmalandı, tecavüze uğradınız… Varlık Vergisi ile yıkıldınız… Ön yargıların kurbanı oldunuz…
Hep saklandınız…
Uğradığınız felaketler yazmakla bitmez…” diyorsun…

Sonrada yazının sonunda diyorsun ki “GİTME.”
Ben de sana soruyorum:  NİYE KALAYIM?

Her gün basının hakaretlerine uğramak için mi kalayım?

Her İsrael – Türkiye gerginliğinde hedef haline getirilmek için mi kalayım?

Yetmedi mi çektiklerim, sustuklarım, söyleyemediklerim, haykıramadıklarım, söylesene Soner Yalçın, ben niye kalayım?

Tarihten dem vurarak burası senin ülken diyorsan gel ben sana İsrael’de 3000 yıllık Yahudi tarihi göstereyim, canlı canlı, David’in şehrini gezelim, Yeruşalayim gerçeği neymiş bir gör…

“Anadolu seni korur” diyorsun. Aziz Nesin’i Sivas’ta koruduğu gibi mi? Alevileri Maraş’ta koruduğu gibi mi? Yoksa sen mi gelip Yahudileri koruyacaksın?

“Yahudisiz (ve kuşkusuz Rumsuz-Ermenisiz) eksik kalırız” diyorsun.

Derken güzel gibi gözüküyor da Soner Yalçın, o Rumlar’ı; “20 dolar, 20 kilo, hepsi bu, hadi yallah” diyerek 15 gün içinde sınır dışı eden TC değil mi? Sen bizim ağzımıza bir parmak bal mı çalıyorsun?

Bak Soner Yalçın, Trakya’da Kırklareli hahamı çırılçıplak soyulup sakalı yolunurken, ailesine tecavüz ediliyordu, ben oradaydım.

20 sınıf amele taburları ellerinde kazma kürekle sıtmadan kıvranırken ben oradaydım.

Varlık vergisi yüzünden Aşkale’de insanlar ölürken ben oradaydım. 

Varlık vergisinde gayrimüslimlerin kaybettikleri yalnız paraları değildi. Onlar ülkelerine olan güvenlerini kaybettiler. Biliyorum, çünkü oradaydım.

6-7 Eylül’de yalnız Balıklı Rum hastanesine gelen tecavüze uğramış kadın sayısı 200’den fazla idi. O kadınlar oturamıyorlardı bile. Sen yoktun, ama ben oradaydım.

Mavi Marmara’dan sonra Yahudi tüccarlara “sana olan borcumuzu Gazze’ye gönderdik” dendiğinde de ben oradaydım.

Ben kim miyim? Ben bir Türk Yahudi’siyim.

Benim yaşadığımı bana anlatma… Anlatamazsın da…  

“4500 Yahudi vatandaşın Türkiye’den gitmesine canım sıkıldı” diyorsun. Nereden çıkarttın bunu? Amma da salladın be kardeşim…

Bak ben sana söyleyeyim de bilgin olsun. 2015, 2016 ve 2017 yılında toplam 500 Türk Yahudi’si İsrael’e göç etti. Üç aşağı beş yukarı hepsi bu. Bunların bir kısmı da üniversite öğrencisi. İsrael’e göç eden Yahudiler, çocuklarına Türkiye’de eğitim veremedikleri için göç etmekteler. Çok küçük bir miktarda da ekonomik sebeplerden veya aile durumlarından dolayı göç edenler vardır. Yani senin gözümüze sokmaya çalıştığın gibi antisemitizmden korktuğu için, ya da AKP’den çekindiği için ve yahut İsrael’e milliyetçi hislerle bağlı olduğundan dolayı göç eden Yahudi neredeyse yoktur.

2500 Yahudi İspanya pasaportu aldı. İspanya yüzyıllar evvel kovduğu Sefaradlar’a böyle bir hak tanıdı. Yahudiler de bu haktan istifade ettiler. İspanya’ya göç eden bir tek Yahudi yok. Bu pasaportları yurt dışına çıkarken vize ile uğraşmamak için aldılar.

Sen Yahudiler’e “gitme” diyene kadar bizzat Türklere “gitme” desene. 2017’nin sadece ilk çeyreğinde Barcelona’da binden fazla Türk ev aldı.

Sendeki bu değişikliğe de anlam veremedim. Sabetaistler’i deşifre edip Türkiye’de antisemitizmi körükleyenlerden biri idin. Kitaplarını satmak için kendine yeni yollar mı açmak istiyorsun?

En iyisi Soner Yalçın, sen İsrael’e gel. Bak burada gazetecilere çok büyük hürriyet var. Hapis filan tehlikesi de yok. Mis gibi…

Esen kal…


Aaron baruch (Ankaralı)