10 Mayıs 2019 Cuma

İSRAEL NASIL NÜKLEER GÜÇ OLDU?











II.Dünya savaşında yaşanan soykırımın bir daha asla yaşanmaması için, İsrael’i kuran siyasetçiler, bir önlem olarak  nükleer silah edinme gereğine inanıyorlardı. 1952 yılında IAC (Israel Atom Enerjisi Komisyonu) kurulur. 6 yüksek lisans sahibi öğrenci bu konuda üst düzey eğitim almak için Chicago Üniversitesine gönderilir. Negev çölünde bulunan uranyumu fosfattan ayırarak ağır su elde etme teknikleri geliştirilir.

O yıllarda Fransa Kuzey Afrika’daki sömürgelerinde büyük sorunlar yaşamaktadır. Genç İsrael devleti Fransa’ya istihbarat yardımı yapmaya başlar. Bunun karşılığında Fransa da İsrael’e nükleer konularda yardım etmeyi vaat eder. Fransa’nın Marcoule’de kurduğu reaktörde İsrael’li bilim adamları çalışmaya başlarlar.

SÜVEYŞ KRİZİ

Cemal Abdül Nasır 1952'de Mısır’da iktidara gelir ve Süveyş Kanalını millîleştirir. İngiltere ve Fransa bunu kabul etmezler. Kanalın Mısır tarafından millileştirilmesi İsrael'i de zor durumda bırakır. Fransa, İsrael'e, İngiltere ile birlikte kurulacak askeri ittifaka katılmasını,  bunun karşılığında da İsrael’e küçük çaplı bir atom reaktörü satmayı önerir. Zamanın İsrael savunma bakanı müsteşarı Simon Perez teklifi kabul eder. 

İsrael Mısır’a saldırır. Sina yarım adasını ve Gazze'yi ele geçirir. İngiliz ve Fransızlar uçak gemileriyle yardım ederler. Kahire bombalanır. Gelişmeler üzerine ABD ve Ruslar olaya müdahale ederler ve savaş durur. Fransız İngiliz ve İsrael askerleri geri çekilir. 

Plan başarısız olmuştur. Mısır yenilmiş ancak ABD ve Rusya’nın müdahalesiyle topraklarını koruyabilmiş ve kanalı da millîleştirmiştir. Bu başarısızlığa rağmen Fransa İsrael ile olan antlaşmasının kendisine düşen şartları yerine getirir ve reaktörü verir. Bu dönemde Israel devleti, olağanüstü İsrael yanlısı Fransız hükümetinden, büyük ölçüde yardım görür.

REAKTÖR

Fransa taahhüt ettiği gibi nükleer tesisi Dimona’da kurar. Dünyaya bu reaktörün 24 megavat gücünde olduğu ve tamamen barışçıl maksatlarla kurulduğu açıklanır. İsrael bu tesisten elde ettiği enerjiyi Negev çölünün ıslah edilmesinde kullanacaktır.

Oysa reaktör, açıklanan gücünün neredeyse 3 hatta 4 misli kapasitededir. Ayrıca nükleer silah yapımının en önemli unsuru olan plütonyumdan yılda 22 kg. üretme kabiliyetine sahiptir. İnşaat 1957 yılında başlar.  Reaktörün yapımında binlerce Sefarad Yahudisi çok ağır şartlarda çalışırlar.

Süreç inişli çıkışlı olarak 1966 yılına kadar devam eder. Bu süre içerisinde İngiltere’nin de, Israel’e bir Norveç firmasını paravan olarak kullanarak teknik yardım yaptığı ve nükleer malzeme temin ettiği daha sonradan anlaşılacaktır.

İsrael Dimona tesislerinde yeterli teknik donanıma ve bilgiye sahip olmuştu. Ancak dünya atom enerjisi komisyonu rahat bırakmıyordu. Sık sık denetim istekleri yüzünden İsrael zor zamanlardan geçmekteydi. Sonunda denetime geldiler ve bütün tesisi gezdiler. Bu nükleer tesis tamamen barışçı amaçlarla kullanılacak bir tesisti. Sakıncalı hiçbir şey yoktu. Fakat denetçiler çok fena halde atlamışlardı. Yeraltındaki tesislere giden asansörler özel bir duvar ile saklanmış ve onlar bunu görememişlerdi. Tesisin kalbi yeraltındaydı ve kimse bunu fark etmemişti. Kimse bir şey bilmiyordu. 

Taa ki bir vatan haininin Israel’in en büyük sırrını satıncaya kadar…

SARI KEK

Esas mesele sarı kek denilen uranyum oksidin nasıl temin edileceğiydi. Dünya Atom Enerjisi Komisyonu bu maddeyi çok sıkı denetim altında tutuyordu. Mossad pek çok girişimde bulunduysa da başarılı olamamıştı. Sonunda eski bir Luftwaffe (Nazi Almanya’sının hava kuvvetleri) pilotunu buldular. Adam soykırıma dolaylı da olsa yardımcı olduğu için vicdan azabı çekmekteydi. Mossad, savaştan sonra bir kimya şirketi kuran bu adamla temasa geçti. İnceden siparişler vermeye başladılar. Eski pilot Herbert çok mutluydu. İsrael’e davet ettiler. Pek bir güzel ağırladılar. Siparişler yağmur gibi yağıyordu. Adam kıvama gelmişti. Nihayet esas hedef olan 200 ton uranyum oksit siparişi verdiler. Herbert siparişi hemen, maden üreticisi bir Belçika’lı şirkete geçti. Bu miktar tabii ki  Atom Enerjisi Komisyonunun dikkatini çekti. Yapılan incelmelerde her şey yolunda gözüküyordu. Sabun üretmek ve yeni bir petrokimya işlemi için bu miktarda sarı keke ihtiyaç vardı.  Alman şirketinin banka hesaplarında 5 milyondan fazla nakit vardı. (Elbette bu parayı Mossad yatırmıştı.) Bir şeyden şüphelenmediler. Okey verdiler.

PLUMBAT OPERASYONU

Malzeme Anvers’ten gemiye yüklendi. Gemi İsviçre’li bir nakliye şirketine aitti. Güya Cenova’ya gidecekti. Ancak gemi yola çıkar çıkmaz rotasını değiştirip Hamburg’a yöneldi. Hamburg’da bütün personele gemini satıldığı ve yeni patronun gemiye kendi personelini gönderdiği açıklandı. Eski çalışanlar süper bir primle ödüllendirildiler ve kendilerine katkıları için teşekkür edildi. Yeni personel tuhaf insanlardı. Hepsi esmerdi ve değişik bir lisan konuşuyorlardı. Birbirilerine selamlaşmak için  “şalom” diyorlardı. Ne demekti şalom? Neyse, gemi hemen hareket etti. İşte ondan sonrası çok acayipti. Gemi 200 ton uranyumla birlikte ortadan kayboldu. Yetkililer önce geminin battığını düşündüler. Sonra İsviçre’ye, geminin sahibi olan acenteye gittilerse de bomboş bürolardan başka bir şey bulamadılar. Gemi, 15 gün sonra Türkiye’nin İskenderun Limanında ortaya çıktı. Gümrükçüler gemide hiçbir yükün olmadığını gördüler.  Soruşturulacak bir durum yoktu. Gemi ikmal yaptıktan sonra Sicilya’nın Palermo limanına doğru yola çıktı. Birkaç gün sonra Palermo’ya geldi. Tüm personel karaya çıktı ve bir anda yok oldular. Dünya casusluk tarihinin en büyük operasyonlarından biri olan “plumbat” operasyonu sona ermişti. Gemi İskenderun limanına uğramadan evvel Kıbrıs açıklarında yükü olan 200 ton sarı keki başka bir gemiye aktarmıştı. Daha onlar İskenderun’a varmadan evvel SARI KEK (uranyum) Dimona’ya varmıştı…

Tesis, hammadde, teknik bilgi, artık her şey tamamdı. Çalışmaya başladılar ve İsrael’i dünyanın 6 nükleer ülkesinden biri haline getirdiler. Bunu uzun yıllar saklamaya da muvaffak oldular. Vatan haini Vanunu’ya kadar…

VANUNU

Vanunu Dimona’da çalışan bir teknik adamdı. 9 sene hiç kimse ondan şüphelenmedi. Oysa arkadaşları komünistler, anti-siyonist Rakah partisinin Arap üyeleriydi. İsarel’in iç güvenlik teşkilatı Şabak çok fena halde atlamıştı.

Vanunu bir gün yalnız 150 kişinin çok özel giriş kartlarıyla girebildiği en gizli tesislere bir fotoğraf makinesiyle geldi. Hiçbir engelle karşılaşmadan 2 bobin film çekti. Her şeyi görüntüledi.

9 senenin sonucunda Vanunu’yu işten attılar. Sebep sadece bütçede kısıtlamaydı. Hayal kırıklığı içerisinde evini ve arabasını satıp sırt çantasını aldığı gibi uzak doğuya seyahate çıktı.

Fas’ta doğan, yeşivada (Yahudi din okulu) eğitim alan Vanunu dinin değiştirip Hristiyan oldu. Bir gün kilisede basit bir gazeteci olan Guerrero ile tanıştı. Ona filmlerden bahsetti. Guerrero bu fotoğrafların önemini anlamıştı. Pek çok gazete ve derginin ajanslarına gittilerse de kimse ilgilenmedi. Çünkü gerçek olabileceğine kimse inanmıyordu.

Birlikte Londra’ya gittiler. Sonunda “London Sunday Times” inandı ve haberi yaptı. Vanunu’ya 100.000 dolar ödediler. Haber yayınlanınca dünya yerinden oynadı.

Mossad derhal harekete geçti. Londra’da hiçbir şey yapamazlardı. İngiltere başbakanı Demir Leydi lakaplı Margret Thatcher, Şimon Perez’i uyarmış İngiltere sınırları içerisinde bir operasyona kalkışmamasını istemişti. Mossad bunu göze alamazdı.  Vanunu’nun zayıf tarafı kadınlardı. Mossad ajanları Londra’da Vanunu’yu takibe aldılar. Gideceği yerleri önceden belirlediler. Bir gün Vanunu müthiş bir sarışınla karşılaştı. Kadın sanki kendisine gülümsemişti. Cesaretini toplayıp konuşmaya çalıştı. Tanıştılar. Flört etmeye başladılar. Sık sık ve uzun uzun öpüşüyorlardı ama daha ileri gidemiyorlardı. Sonunda kız Vanunu’yu Roma’ya gelmesi için ikna etti. Aşk sarhoşu Vanunu kız arkadaşı ile birlikte el ele Roma’ya uçtu. Güya kızın kız kardeşine ait bir eve gidiyorlardı. Bindikleri taksi küçük bir evin önünde durdu. Birlikte indiler. Eve ilk Vanunu girdi. Birdenbire kapı arkasından kapandı. Üzerine atlayan iki adam Vanunu’yu yere indirdiler ve hemen sıkıca bağladılar. Birisi koluna bir iğne yaptı. Vanunu çooook derin bir uykuya daldı. Kendine geldiğinde İsrael’deydi.








Mahkeme onu 19 yıl hapse mahkûm etti. Dışarı çıkınca yasak olmasına rağmen, gene Dimona konusunda bir gazeteciyle söyleşi yaptı. Tekrar tutuklandı ve 4 ay daha hapis yattı. Bugün serbest ve gazetelere evlenmek istediği hakkında ilan vererek kendisine bir eş arıyor. Tek şartı kadının İsrael’li olmaması…

Lanet olsun sana Vanunu…


Aaron Baruch  (Ankaralı)


Kaynakça : Vikipedia – İsraelin nükleer silahları:
Serenti – İsrael nasıl nükleer güç oldu?

MOSSAD – Michael Bar Zohar – Nissim Mıshal







9 Mayıs 2019 Perşembe

İSRAEL ENTELEKTÜELLERİN LABARATUARI DEĞİLDİR.













Lafı hiç dolaştırmadan doğrudan konuya gireceğim. Metin Sarfati Hoca geçen hafta benim de içlerinde bulunduğumuz kişiler tarafından eleştirildi. Hatta Şalom gazetesi de İsrael’i eleştiren bu yazıyı yayınlamasından dolayı kınandı.

Metin hoca kendisini eleştirenlere bu haftaki Şalom gazetesindeki köşesinden cevap vermiş. Kendimi tekrar edeyim. İsrael, Dünya’da hiçbir yere benzemez. Bu topraklarda barış yapmak isteyenler ne yazık ki daha fazla kan akmasına sebep oldular. Barış bir gün  gelecekse  silahların gölgesinde olacaktır. Feylesofların düşüncelerinden yola çıkılarak bulunan çözüm yolları ile değil…

1967 deki 6 günlük savaştan sonra Gazze şeridi İsrael’in egemenliğine girmişti. Yaklaşık 8 bin İsrael’i Gazze şeridinin güney batı ucunda 17 yerleşim birinde yaşıyor ve çiftçilik yapıyorlardı. Arap saldırıları bitmiyor, her gün yeni bir hadise yaşanıyordu.

Mayıs 2004 de Gazze şeridinde, Kissufim yolunda kendilerine Filistinli diyen vahşi Araplar sekiz aylık hamile olan Tali Hatuel’i (30) ve dört kızını döve döve öldürdüler. (Hila 11, Hadar 9, Roni 7 ve Merav) Bu hunharca işlenen cinayetlerden sadece birisi.

2005 Ağustos’unda İsrael, Oslo barış anlaşmaları çerçevesinde Gazze’den çekilme kararı aldı. Gazze’yi onlara bırakacak böylece barışı sağlayacaktık güya… Bu kararı alanlar Gazze’den İsrael’e en ufak bir saldırı olmayacağından emindiler. Barış hayali karşılığında neleri terk ettik biliyor musun Metin Hoca?

Gush Katif seralarından ve çiftliklerinden yapılan ihracat yılda 200 milyon dolar civarındaydı. Bu İsrael devletinin tarımsal ihracatının % 15’iydi. İsrael’in ihraç ettiği marulun % 95’i, organik sebzelerin % 70’i, kiraz domateslerin % 60’ı Gush Katift’e üretiliyordu.  Bölgedeki İsrael vatandaşlarının varlığı 23 milyar dolar civarındaydı. Hepsini onlara bıraktık. Kendi ellerimizle verdik.

Barış için.

Hepsini yok ettiler. Ya yağmaladılar, ya işletemediler, kısacası bu gün hiç biri yok. Terk edilen 60 civarında sinagogun bu gün Hamas tarafından terörist yetiştirme eğitimlerinde kullanıldığı tespit edilmiştir.

Batı Şeria kaynaklı terör olaylarının sebebi de Oslo barış anlaşmalarıdır. Oslo anlaşmalarını takip eden 5 yılda terör olaylarında 405 Arap, 256 İsraelli öldürüldü. Oysa Oslo’da evvel son 15 senede sadece toplam 216 kişi ölmüştü. Kendi ellerimizle onlara silah verdik. Bölgenin önemli bir kısmından kendi kararlarımızla ayrıldık.

Barış için.

Ne kazandık, sadece terör, ölüm ve acılar… Acılar… Acılar… İşte kazancımız bu oldu.

Feylesofların o şahane düşünceleri burada geçmiyor ne yazık ki Metin hoca. Keşke geçseydi. Burası Ortadoğu. Sen okuma yazma bilmeyen insanlarla şiir yarışması yapmaya kalkıyorsun.

Son olaylarda 4 İsrael’i yaşamını yitirdi. İki günde kafamıza 600 roket-füze attılar. Bunlar eskisi gibi soba borusu değil. Artık menzilleri de büyüdü. Tel Aviv’i vuracak güçteler. Sanırım bu gün Netanyahu seçimlerden evvelki kadar oya sahip değil. Çünkü savaştan kaçtı. Daha doğrusu mecbur kaldı.

İsrael’in % 85’i ateşkesten memnun değil. Bu bizlerin vahşi, savaş yanlısı saldırgan işgalci olduğumuz için değil, karşımızdakiler sadece bundan anladıkları içindir. Başka dilden anlamadıkları içindir. Kim kocasını, oğlunu, torununu savaşa göndermek ister? Kim?

Tekrar ediyorum, hiç kimse İsrael’de bir müddet yaşamadan, mesela 5 sene, bizim politikalarımızı eleştirmeye kalkmasın. Çünkü hiç dışarıdan gözüktüğü gibi değil. Gelin bizlerle zaman zaman sığınaklarda falefel yiyin, zaman zaman Hayarkon’da beraber ala eş yapalım, sonra ister sağcı olun ister solcu, o zaman tartışırız. Ama Türkiye’den buranın ne olduğu halkında bilgi sahibi olmadan fikir beyan etmeye kalkmayın. Lütfen… İsrael entelektüellerin laboratuvarı değildir. Canımızla uğraşıyoruz.


Aaron Baruch  (Ankaralı)

3 Mayıs 2019 Cuma

SOYKIRIM VE TÜRKİYE...












Değerli dostlarım,

Geçmişi deşmekte fayda yok. Ancak ülkeler, milletler tarihleriyle yüzleşmelidirler. Geçmişle hesaplaşmadan geleceği kurmak mümkün değil. Hiçbir gerçek gizli kalmaz. Hesaplar kapanmalı, temiz sayfalar açılmalı…

Türkiye ve soykırım… Türkiye II. dünya savaşına girmedi. Türk Yahudileri soykırımdan etkilenmedi… Öyle mi acaba? Üstelik Türk diplomatlar Avrupa’da yaşayan binlerce Yahudi’yi Almanların elinden kurtardı. Gerçekten mi?

Ben tarihçi değilim. Ama tarihi okuyan birisiyim. Bilgi evrenseldir. Paylaşılmalıdır. Gerçeklerin daha geniş kitleler tarafından öğrenilmesi için okuduklarımı, öğrendiklerimi sizlerle paylaşacağım.

Türkiye II. dünya savaşı sırasında  Avrupa ile Filistin arasında geçit olması dolayısıyla çok kritik bir konumdaydı. Naziler 1933’de Almanya’da iktidara geldiklerinde, çoğu doğu Avrupa’da olmak üzere, tam dokuz milyon Yahudi yaşıyordu. Her üç Yahudi’den ikisi, Almanların uyguladığı soykırım neticesinde öldü. ÖLDÜRÜLDÜ… Acımasızca… Kadın, erkek, çocuk, ihtiyar, fark etmiyordu. Tek suçları YAHUDİ olmaktı.

Bu yazımda sizlere, doğu Avrupa’da kapana kısılmış bulunan Yahudiler ’in kaçmak için nasıl çabaladıklarını ve tek çıkış yolları olan Türkiye’nin nasıl bir politika izlediğini anlatmaya çalışacağım.

Yahudiler, Avrupa’dan kaçmak ve gidebilecekleri tek yer olan Filistin’e gitmek istiyorlardı. Tek umut, kurulabileceğini düşündükleri İsrael devletiydi. Bu ümitle Türkiye üzerinden kutsal topraklara gitmek istiyorlardı. Can havliyle…

Özellikle İtalya, Almanların yanında savaşa katılınca Akdeniz Yahudilere kapandı. Esasında Doğu Avrupa’dan en mantıklı çıkış yolu uluslararası bir suyolu olan Tuna nehri idi. Bu nehir kullanılarak Karadeniz’e ulaşmak mümkündü.  Daha sonra boğazlar yolu ile Ege Denizine ve nihayet Filistin’e ulaşmak imkân dâhilindeydi. Boğazlar, Montrö anlaşması ile uluslararası bir suyolu konumundaydı. Dolayısıyla sorun olmazdı. Vize filan gerekmiyordu. Nitekim 25.000 Yahudi mülteci, Kasım 1938’den itibaren 38 gemi ile bu yolu kullanıp kaçarak Almanların elinden kurtulabildi. Fakat 1942 Şubatında STRUMA felaketi yaşandı. 1944 Nisanına kadar bu yol bir daha kullanılmadı. Yani kullanılamadı. 1944 yılının Ağustos ayında deniz yolu yeniden devreye girdi.  Türk bandıralı Morina, Bülbül ve Mefkûre gemileri Bulgaristan’ın Köstence Limanından Yahudi mültecilerle dolu olarak hareket ettiler. Ancak Mefkûre bir denizaltı tarafından batırıldı. 372 kişi öldü.

Deniz yolu kullanılamadığına göre geriye tek yol kalmıştı. Kara yolu ile Türkiye üzerinden transit olarak Filistin’e veya başka bir ülkeye gidebilmek. Bu da mümkün gözükmüyordu. Çok zordu, çünkü Türkiye vize vermiyordu. Kapan kapanmıştı.

Şimdi biraz geriye giderek Türkiye’nin, Yahudi mültecilere bakışını gözler önüne sermeye çalışalım. Türkiye’nin bu konuda tutumu açık ve netti. Uzun söze gerek yok. Türkiye “buradan geçemezsiniz” diyordu. Türk dışişleri bakanlığının 29 Ağustos 1938 tarihli 2/9498 sayılı “mahrem” kaydı ile bütün konsolosluklarına gönderdiği kararname ile Avrupa’da yaşayan Yahudilere Türkiye’nin kapıları sıkı sıkıya kapatılıyordu.

“…Almanya, Macaristan, Romanya… Tabiiyetindeki Yahudilere katiyen vize verilmemesi…”

Yahudiler size ne yaptı ki… Sadece bıraksaydınız da kaçabilselerdi… Transit olarak geçip Filistin’e gitmek istiyorlardı, hepsi bu… Neden, neden bırakmadınız? Vize verseydiniz belki binlerce insanın hayatı kurtulacaktı. Hepsi öldüler… Mutlu musunuz bari şimdi?  Bir de sizi Almanlardan kurtardık demezler mi?

1938 kararnamesi o kadar kesindi ki, bir tek kişiye dahi vize verilmiyordu. Ancak çok özel kişiler için hususi olarak bakanlar kurulundan kararname çıkıyordu. Nitekim Alman Yahudi’si profesörler üniversitelerin reformu için Türkiye’ye gelecekleri zaman her biri için ayrı ayrı kararname çıkarıldı.

Hamdullah Suphi Tanrıöver o yıllarda Bükreş büyükelçisi. Bakın 10 Şubat 1941 tarihli telgrafında yazdıkları neler:

Pasaportlarında sadece Türk vizesi olmadığı için buradan hareket edemeyip boğazlanan Yahudiler 36 kişidir. Aylardan beri sürünenlere yeni konsolosu bekleyin dedim. Acele emirlerinizi bekliyorum.”

1940 Eylülünde Yahudi Ajansı, Eliyahu Epstein’i Ankara’ya gönderir. Eliyahu’nun çabaları neticesinde altı bin kadar Yahudi mültecinin geçişine izin verilir.

Ve nihayet 30 Ocak 1941 de lanet 1938 kararnamesi iptal edilerek yeni bir kanun yürürlüğe girdi. Bu kanuna göre, “Türkiye’de kalamazsınız, ama eğer gideceğiniz ülkelerin vizeleri tamamsa nereye istiyorsanız gidebilmek için Türkiye’den geçebilirsiniz” deniyordu. Mültecilerin transit vize alabilmeleri için artık bakanlar kurulu kararı gerekmiyordu. Yetki dışişleri bakanlığına verilmişti. Eylül 1940 ile Mayıs 1941 arasındaki dokuz ayda dört bin mülteci Türkiye’den transit geçiş yaptı. Ancak 1941 Mayıs’ından sonra dışişleri bakanlığının duvarları yeniden aşılmaz oldu. Takip eden 27 ay süresince sadece 1500 mülteci geçiş yapabildi.

Bakın, Haziran 1942’de sahte vaftiz belgeleriyle Budapeşte’den vize alıp İstanbul’a gelebilen Francis Ofner, Yahudiler ‘in vize alabilmesinin imkânsızlığını şöyle anlatıyor:

“Ben bir Yahudi’yim ve Yahudiler Türk vizesi alamazlardı. Türk vizesini alabilmenin tek yolu başkonsolosu Yahudi olmadığınıza ikna etmekti. Bunun için en az üç kuşak geriye giderek Yahudi kanı taşımadığınızı kanıtlayacak belgelere sahip olmak gerekiyordu.”

Acaba Türkiye ve Dünya, Almanların Yahudilere neler yaptıklarını bilmiyorlar mıydı? Bal gibi biliyorlardı. Berlin Büyükelçisi Hüsrev Gerede’nin tarihi telgrafını aynen aktarıyorum.  3 Aralık 1941 tarihli bu mesaj, toplu katliamları, soykırımı bütün dünyaya bildiren ilk resmi belgedir. İbretle okuyunuz lütfen:

“Cephe gerisinde hastabakıcılık yapan yüksek tabakaya mensup bir aile kadınından alınan malumata nazara, son zamanlarda gerek Lamperg’de gerek Kiyev’de bir milyona yakın Yahudi erkek katledilmiştir. Bunlar 20 ila 30 bin kişi olarak muayyen bir sahada teksif edilmekte ve etrafı çevrilerek imha edilmektedir. İmha ameliyelerini yapanların SS kıtaatı olduğu ve bu katl ameliyesine devam edeceği ifade edilmektedir.”

Sonuçta 1938 ile 1944 yılları arasında 12 bin mülteci Türkiye üzerinden transit geçebildi. Bunu yarısı da savaş şartlarının değiştiği 1944 baharından sonra geçiş yapabildi.

Türkiye yabancı uyruklulara vize vermiyordu, Türk vatandaşlarına veriyor muydu?  Veriyordu ama sadece “muntazam Türk vatandaşlarına.” Peki, bu “muntazam vatandaşlık” ne demekti? Bu sorunun cevabını 4 Haziran 1928 tarihli resmi gazetede yer alan vatandaşlık kanununda görüyoruz. Buna göre beş seneden fazla sürede kendisini tescil ettirmeyen kişiler isterlerse vatandaşlıktan çıkarılabiliyordu. Burada kilit sözcük “isterse.”  Çok sayıda veri bu maddenin en olumsuz şekilde yorumlandığını ve gayri muntazam vatandaşlık konumundaki Yahudilerin korunmadığını gösteriyor. Muntazam vatandaşlık için “vatandaşlık ilmühaberi” gerekiyordu.  Vatandaşlık ilmühaberi 1930’lu yıllarda Türk konsoloslukları tarafından yurtdışında yaşayan Türkiye vatandaşlarını denetlemek amacıyla, pasaportlarını konsoloslara vermeleri karşılığında dağıtılan belgenin adıydı. Savaş yıllarında konsolosluklar bu belgeyi vermekte büyük zorluk çıkardığı için Yahudiler bu evrakları kanunsuz yollardan temin etmek zorunda kalmışlardı. Dahası, Türkiye, 1941-1944 yılları arasında 3.500 Türkiye Yahudi’sini  “Kurtuluş Savaşı’na katılmamak” ya da “beş yıldan fazladır konsolosluğa uğramamak” gibi gerekçelerle vatandaşlıktan çıkarmıştı.

Fransa’daki muntazam kabul edilen Türk Yahudileri yaklaşık 3.500 kişiydi. 10.000 Türk Yahudi’si ise gayrı muntazamdı. Muntazam olanların da neredeyse tümünü muhtelif sebepler icat edip vatandaşlıktan çıkardılar ve onları vatansız durumuna düşürdüler. Bu durum Almanları bile şaşırttı. Hâlbuki isterlerse hepsini kurtarabilirlerdi. Hiçbir mani yoktu. Sonuçta kamplara gönderildiler ve hepsi katledildi.

1990’larda Türkiye her fırsatta Türk diplomatlarının Avrupa’da II. Dünya savaşı sırasında binlerce Yahudi’yi Holocaust’tan kurtardığını dile getirmeye başlamıştı. Acaba bu soykırım iddialarında bulunan Ermenilere karşı bir savunma politikası mıydı? 500 yıl vakfı gibi bu da Türkiye politikalarını desteklemek için yaratılmış bir reklam, bir propaganda malzemesi miydi? Hangi diplomatlar hangi efsanelerin kahramanı olmuşu?

Bu konuda erişebildiğim bilgiler aşağıdaki satırlarda şimdi sizlerle buluşacak. Onları öldüren Almanlar kadar,  ölümden kurtarmayan, ölüm kamplarını görmemezlikten gelen, kaçmalarına kurtulmalarına engel olan bütün devletler sorumludurlar. 6 milyon Yahudi öldü… Hiç biriniz masum değilsiniz…

Şimdi gelelim Türk diplomatlarına:

Behiç Erkin : 1939 yılında Pariste Büyükelçi olarak göreve başlar. Ertesi gün Almanlar Polonya’ya saldırırlar ve II. Dünya savaşı başlar. Behiç Erkin’in 20.000 Türk Yahudi’sine Türk pasaportu vererek hayatlarını kurtardığı rivayet edilir.

17 Haziran 1942 de Almanlar tutuklu 150 Türk Yahudi’sinin akıbetini Fransa’daki Türk konsolosluğuna sorar. Konsolosluk  “bu kişiler Türkiye vatandaşı değil” deyince hepsini toplama kampına gönderir. Ve orada öldürüldüler…

Dahası, Fransa’daki Türk Konsolosluğu, Şubat 1943’te isimleri Almanlar tarafından verilen Türkiyeli 3.036 Yahudi’den sadece 631’ni Türk vatandaşı olarak tanır, bunların da sadece 114’üne Türkiye’ye geçiş vizesi verir. Bu durum Berlin’deki Alman makamlarının bile hayretine neden olmuştu. Sonuç olarak, Behiç Erkin, Türkiye’ye 20 bin değil, sadece 114 Yahudi’nin -o da Almanya ile işbirliği içinde- gönderilmesinde rol oynamıştır. Kurtarılmayan, üstelikte imkân varken kurtarılmayan ya diğerleri?

Necdet Kent : İkinci “Türk Schindleri” Necdet Kent’in hikâyesine gelince; Marsilya’nın Saint Charles garında trene yüklenirken gördüğü 80 Türkiyeli Yahudi’yi Gestaponun karşı koymasına rağmen, maceralı bir tren yolculuğundan sonra kurtarmayı başarır. Rivayet bu. Gerçek mi acaba?

Necdet Kent’in bu olayını Amerikalı tarihçi Stanford Shaw dünya kamuoyuna duyurur. Ancak Shaw’un bile herhangi bir tarih ve isim vermemesi, olayı son derece muğlak ifadelerle anlatması başından beri olaya şüpheyle yaklaşılmasına yol açar. Beri taraftan Shaw’un Türkiye Hükümetine çalışan ücretli bir “eleman” olması şüpheleri daha da kuvvetlendirir. Ama esas soru işareti, Fransa’daki sevkiyatlar konusunda uzman olan Serge Karlsfeld adlı araştırmacının, merkez garı Saint Charles’tan hiçbir  zaman Yahudi sevkiyatı yapılmadığını tespit etmesiyle doğar. Oysa Shaw hadisenin bu garda cereyan ettiğini söylemektedir. Öte taraftan olayı doğrulayacak hiçbir şahit ve belge bulunamaz. Olayı Necdet Kent’le birlikte yaşadığı söylenen Sidi İşçan adlı konsolosluk görevlisi çoktan öldüğü için Kent’i ancak kurtardığı kişiler doğrulayabilirdi. Ancak Necdet Kent, hayatını kurtardığı bazı kişilerin zaman zaman kendisine mektup yazdığını söylediği halde isimlerini hatırlamadığı için onlardan da olayı doğrulamak mümkün olmamıştı. Bu olayı yaşadığı söylenen Yahudilerden de hiçbir şahit yoktur.

Araştırmacı Corrina Guttstadt son olarak İsrail’deki Yad Vashem Soykırım Müzesi’ne bir mektup yazar. Merkezden gelen cevapta Necdet Kent’e “Adil-Dürüst İnsan” madalyasının verilmesi için Türk Dışişlerinin yürüttüğü ısrarlı çabalar anlatılır. Fakat Necdet Kent’in anlattığı olaydan sağ kurtulan biri ile bile karşılaşılmadığı ve olayı ispat eden herhangi bir belge bulunmadığı için madalya olayının gerçekleşmediği bildirilir. Bütün bunların ne anlama geldiğini okurun takdirine bırakıyorum.

Selahattin Ülkümen : Alman işgalinden sonra Korfu adasındaki Yunan ve Türk Yahudileri,   ölüm kamplarına gönderildi; ama Rodos Adası’nda Türkiye başkonsolosluğu görevi yapan Selahattin Ülkümen, yaklaşık 1700 kişilik Yahudi toplumundan 42 kişinin hayatını kurtarmıştır.
19 Temmuz 1944’te, Gestapo adadaki bütün Yahudilerin üslerinde toplanmasını istedi. Neden olarak onların geçici bir süre için daha küçük bir adaya gönderileceklerini söylediler ama gerçekte Auschwitz’deki gaz odalarına gönderileceklerdi.
Ülkümen Alman karargâhına gider ve General Kleeman’a Türkiye’nin savaşta tarafsız olduğunu hatırlattır. Sadece Türk Yahudilerinin ve eşlerinin ki birçoğu İtalyan ve Yunandı, serbest bırakılmalarını ister. Önce bu isteği kabul etmeyen Kleeman, Nazi kanunlarına göre “Yahudi Yahudi’dir ve hepsinin toplama kampına gitmesi gerekmektedir” cevabını verir. Ülkümen ise cevap olarak; “Türk kanunlarına göre ise bütün vatandaşlar eşittir. Biz vatandaşları dini farklılıklarına göre ayırmıyoruz” der. Ülkümen ayrıca Yahudilerin bırakılmaması durumunda Türk hükümetine durumu bildireceğini ve bununda uluslararası bir kriz doğuracağını belirtir ve böylece Kleeman Yahudiler’in serbest bırakmaya mecbur kalır.
Rodos Başkonsolosu Ülkümen'in tutumu, Nazilerde intikam duygusu uyandırmıştı. Savaşın sonlarına doğru  Türkiye müttefiklerin yanına yer alıp Alman ittifakına savaş ilan eder etmez, Almanya Rodos’taki Türk konsolosluğunu bombaladı. Bombardıman, Ülkümen’in hamile eşi Mihrinnisa Hanım ile iki görevlinin hayatlarını kaybetmesine neden oldu. Mihrinnisa Hanım, ölmeden önce sağlıklı olarak bir erkek çocuğu dünyaya getirdi. Selahattin Bey’in tek çocuğu Mehmet böylece dünyaya geldi. Ülkümen, 1944 Ağustos’unda Nazi yönetimi tarafından Rodos’tan sınır dışı edildi. Savaşın geri kalanında Pire'de tutuklu kaldı.
Selahattin Ülkümen, 1945’te Almanların teslim olmasından sonra Türkiye’ye dönebildi. II. Dünya Savaşı’ndan sonra diplomatik kariyerine devam etti. Beyrut ve Kahire’de başkonsolosluk, CENTO’ da Genel Sekreter Yardımcılığı yaptı. 1979 yılında emekli olduktan sonra yaşamını İstanbul’da sürdürdü.
Ülkümen, Rodos Başkonsolosluğu sırasındaki kahramanlığından ve fedakârlığından ötürü 13 Aralık 1989’da İsrail Devleti'nin Naziler tarafından Holokost’a maruz kalan Yahudileri kurtaran Yahudi olmayanlara verdiği Uluslararası Dürüstler onursal unvanına layık görülmüştür. Bu ödülü alan ilk Müslüman'dır.
Nebil Fuat Ertok: 2009’da hayata veda eden Becky Behar ömrünün en uzun bölümünü Türk konsolosu Nebil Fuat Ertok’a borçludur. Ertok 1941–44 arasında Milano’daki Türkiye Başkonsolosuydu. Becky, Milano’da bir halı dükkânı ve Maggiore Gölü’nün kenarındaki Meina’da bir otel işleten İstanbullu Alberto Behar’ın kızıydı. Temmuz 1943’te, Mussolini’nin görevden alınıp tutuklanmasından sonra, Almanlar İtalya’yı, işgal ettiler. Bir SS taburu İtalya’nın kuzeyinde, Lago Maggiore’de bulunan bazı küçük yerleşim yerlerinde bir dizi katliam gerçekleştirdi. Becky Behar henüz 12 yaşında bir çocuk olarak Meina katliamını yaşadı. Yaşadıklarını şöyle aktarıyor:
“1943 yılında bombalı saldırılar yüzünden, babamın Meina’daki otelinde yaşamak üzere ailemle birlikte Milano’dan ayrıldık. Milano’daki evimizi Türk Konsolosuna emanet etmiştik. Otelde başka Yahudi aileler ve birkaç Katolik müşteriyle birlikte yaşıyorduk. 15 Eylül günüyse olanlar oldu. Silahlı Alman askerleri oteli işgal etti. Çıkışlar tutuldu ve bütün Yahudiler tutuklandı. Bizi en üst kata, bir odaya götürdüler, hepimizi içeri tıktılar. Alt alta, üst üste birkaç gün bu odaya tıkılıp kaldık. Ben ve ailem, artık kurtuluş şansları olmayan diğer Yahudi tutsaklar, hepimiz bir aradaydık. Babamı almak ve öldürmek üzere SS komutanına götürmek için geldiler. Annemin nasıl umutsuzlukla ağladığını ve babamın neler söylediğini hatırlıyorum:
“İnancınızı koruyun, Tanrı’ya dua edin”.
Çok genç bir Alman bize yemek getiriyordu. Onu çok iyi hatırlıyorum, çünkü küçük bir kız olarak bile onun gözlerindeki nefreti görmüştüm. Günün birinde bana şöyle dedi: “Siz Yahudiler evleniyor, sonra da yeni Yahudileri, düşmanlarımızı dünyaya getiriyorsunuz.”
Bunca yıldır kulaklarımda çınladıkları için unutamayacağım bir başka şey, bağırışlardı. Almanlar konuşmuyor, bağırıyorlardı. Kendi aralarında, konuşurken bile bağrışıyorlardı. Bir süre sonra babamı iyi durumda ve sağ salim geri getirdiler, çünkü son derece gayretli bir adam olan Türkiye Konsolosu Nebil Ertok, otel personeli tarafından durumdan haberdar edilmişti. Ertok derhal Baveno komutanlığına gitmiş. Orada yumruğunu masaya vurmuş ve şunu söylemiş:
“Türkiye savaşta olmadığı için hiçbir vatandaşıma el süremezsiniz. Bunu yaparsanız diplomatik bir kriz çıkartırım.”
“Böylece o odadan kurtulduk, ben, kardeşlerim, annem ve babam."
İki gün sonra otelde bulunan bütün diğer Yahudiler o odadan alındı ve kurşuna dizildi. Cesetleri yıllar sonra gölde bulundu. Ertok ayrıca, 1944 yılında da Milano da tutuklanan iki Türk Yahudi’sinin serbest bırakılmalarını sağladı.  
Ama şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı sırasında izlediği “aktif tarafsızlık”  politikası, ciddi bir Nazi sempatizanlığı ile gölgelenmiştir. Türkiye iddia edildiği gibi değil binlerce Yahudi’yi kurtarmak, katı mülteci politikaları ile binlercesinin ölümüne katkıda bulunmuştur. Ama Avrupa’daki pek çok ülkenin benzer şekilde davrandığını düşününce Türkiye’nin onlardan daha fazla utanmasına gerek yoktur. Amerikalılar ya da İngilizler farklı mı davrandı? Hangisi Yahudi göçmenlerini kabul etti? Kamplar bilinmiyor muydu? Her kes biliyordu. Kimse kılını kıpırdatmadı.

Sadece savaşın son üç ayında, kamplara giden demiryolları bombalansaydı belki bir milyon Yahudi kurtulacaktı. Ancak müttefik kuvvetler stratejik değil diye bunu bile yapmadılar.

Sözün bittiği yer…

Bugün dünyadaki Yahudilerin bir devleti var. İSRAEL. Onları koruyan çok güçlü bir devlet. Bir daha ASLA biz Yahudileri kimse artık koyun gibi boğazlayamaz. Bütün Yahudiler bu devletin kıymetini bilmeli ve onun bekası için ellerinden geleni yapmalı…

BİR DAHA ASLA... ASLA... ASLA... 



Aaron Baruch (Ankaralı)

KAYNAKÇA :
Toplumsal Tarih Mecmuası : 
Mayıs 2015: İkinci Dünya Savaşı Döneminde Fransa’daki Türk Yahudilerine ne oldu?
Kasım 2016: II. Dünya savaşı döneminde Türkiye ve Yahudi mülteciler sorunu
Sn. İzzet Bahar’a makaleleri için özel teşekkürlerimi sunuyorum.
CORRY GUTTSTADT YAZDI  Holokost’u Yaşayan Türkiyeli Yahudiler
Ayşe Hür – Türk Shindler efsaneleri :
VIKIPEDIA