28 Ocak 2017 Cumartesi

BENİM NEREYE GİTMEYECEĞİM BELLİ...





Sarmış yine âfâkını bir dûd-ı munannid,
Bir zulmet-i beyzâ ki peyâpey mütezâyid.
Tazyîkının altında silinmiş gibi eşbâh,
Bir tozlu kesâfetten ibâret bütün elvâh;

(Sarmış ufuklarını senin, gene inatçı bir duman, 
Beyaz bir karanlık ki,
Gittikçe artan ağırlığının altında her şey silinmiş gibi, 
Bütün tablolar tozlu bir yoğunlukla örtülü; )

Yukarıdaki dizeler, ünlü Türk şairi Tevfik Fikret’in, 1902 yılında yazmış olduğu SİS 
şiirinden. O yıllarda Osmanlı, Sultan Abdülhamit’in idaresinde inlemektedir. 
Şair epeyce uzun olan şiiri şu dizelerle bitirir:

Örtün, evet, ey hâile… Örtün, evet, ey şehr;
Örtün ve müebbed uyu, ey fâcire-i dehr!...
 
(Örtün, evet, ey felâket sahnesi... Örtün artık ey şehir; 

Örtün ve sonsuz kadar uyu, ey dünyanın koca kahpesi! )
 
Şair, Abdülhamit’in idaresinden o derece bezmiştir ve o kadar kötümserdir ki, 
onun idaresindeki İstanbul'a  “dünyanın koca kahpesi”  demektedir. 
“Sis bütün İstanbul’u örtsün ve bu pislikler gözükmesin” dileğindedir. 
 
Aradaaaan yıllar geçer. Osmanlı göçmüş gitmiş, yerine Atatürk, genç Türkiye’yi 
kurmuştur. Yıllar sonra büyük Türk şairi Yahya Kemal Beyatlı. Tevfik Fikret'e
SİSTE SÖYLENİŞ şiiri ile cevap veriri. 
 
Birden kapandı birbiri ardınca perdeler,
Kandilli, Göksu, Kanlıca, İstinye nerdeler?
Som zümrüt ortasında, muzaffer akıp giden firuze nehri nerde?
Bugün saklıdır, neden?
Yahya Kemal, sisin kalkmasını ve İstanbul’un güzel yüzünü göstermesini 
istemektedir. 
Tevfik Fikret’in şiirindeki, acı, nefret, isyan ve bedbinlik, Yahya Kemal’in şiirinde yerini 
hayranlık, sevgi ve ümide bırakmıştır. 
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
İstanbullu bir hanım    “BENİM NEREYE GİDECEĞİM BELLİ”   diyerek pek güzel bir 
şiir yazmış. Bu şiirini de sosyal ortamda paylaştı. Ben de çok beğendim. 
Gerçekten de meramını iyi anlatmış. 
Ama onun dediklerine ben katılmıyorum. 
Ama ben Sultanahmet’e gidip köfte yemeyeceğim. Bebek’te de çay içmeyeceğim. 
Bu şiirin fikriyatına katılmıyorum. 
Bu şiirin altına alkış sembolleri ya da bir sürü  “like”  koyanlarla aynı fikirde değilim. 
Ve de hayretler içerisindeyim. Nasıl oluyor da bu fikirler bu kadar beğenilebiliyor?
Acaba ben mi hatalıyım, ben mi yanlış düşünüyorum?
Ben hiç katılmıyorum bu fikirlere. Bilakis, tam karşı tarafta yer alıyorum. 
Sen nereye istersen git değerli şair, ben seninle gelmiyorum. 
“BENİM NEREYE GİTMEYECEĞİM BELLİ”
 
Kolay mı oldu sanıyorsun köfteden, dönerden vazgeçmek? 
Derbi maçından sonra pasajda iki tek atmak. 
Karlı bir günde Emirgan’da salep yudumlamak.  
Büyükada Milto’da öğlen vakti başlayıp akşam vakti Tarabya’da biten rakı sofralarını 
unutmak… Kolay mı oldu?
Türkiye bizim ciğerimizde, damarlarımızda, beynimizin her hücresinde.
 
Ama ne yapalım, peynir bitti değerli şair. O peynir bir daha gelmeyecek. 
Koşu ayakkabılarını giy ve labirente dal. Başla koşmaya. Başka peynir depoları 
bulman lazım. Koşman lazım, kendin için değilse bile, yetiştirmekte olduğun senden 
sonraki nesiller için koşman lazım. Yeni hayatlar için bir nesil kendini harcayacak. 
Kendisi için değilse bile, yetiştirmekte olduğu yeni nesiller için bir nesil kendini 
harcayacak. Anneler babalar ne işe yararlar?
 
(Belki bu peynirle ya da labirentle ne demek istediğim net anlaşılmamış olabilir. 
Okumanızı tavsiye ederim. Tam 2.45 dakikanızı alacaktır. “PEYNİRİMİ KİM ÇALDI.” 
http://ankarali-2001.blogspot.co.il/ )
 
Aliyah (göç) zor ya da kolay.  Oluyor işte. Gençleri koyun bir kenara benim gibi 
atmışından sonra bile oluyor. 
Gittiğine memnun musun diye sorsana. 
Bilmiyordum böyle olduğunu, bilseydim daha gençliğimde gelirdim. 
Gittiğine hiç pişman oldun mu diye sorsana. 
Ne diyorsun be, ne pişmanlığı, yazık ki daha erken gelmemişim. 
Bu ülkenin aliyahlara ve diasporada yaşayan Yahudiler ’in  İsrael’e ihtiyacı var. 
 
Herseklere bir lafım olacak. Aliyah zor mu diye sorarsan zor. Ama oluyor bir şekilde. 
Hani Allah korusun hasta olursun, doktor gelir, iğne lazım der. Üfff, iğne insanın 
canını acıır. Ama bir ahhh, biter. Kurtulursun hastalıktan. 
Bu da öyle, başta zor, ama sonra ohhh be! 
 
Yaradan hepimizin yardımcısı olsun.
Orada ya da burada veya şurada. Hepinizi seviyorum.
Bu hafta da bu kadar değerli kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.
Sevgiyle kalın, hoşça kalın…
 
Aaron Baruch  (Ankaralı) 
 
 

20 Ocak 2017 Cuma

PEYNİRİMİ KİM KAPTI ?


 
Sevgili kardeşlerim, 
yeğenlerim ve dostlarım.


Peynirimi kim kaptı? 
Dr. Spencer Jhonson’un harika bir kitabı. Yeni değil. Ara ara fırsat buldukça tekrar okurum. 100 sayfadan az. Okuması 1 saat bile sürmüyor. Ama inanın bana bir ömür boyu yetecek dersler var içerisinde. Sizlerle paylaşmak istedim.  Son satırı okuduğunuzda ne demek istediğimi anlayacağınızdan eminim.
Size kitabın çok kısa bir özetini ve benim anladığım kadarı ile vermek istediği mesajları anlatmaya çalışacağım. Basit gibi gelebilir ama değil. Ben bu kitabı başucu kitabı yapmışımdır. Bugün İsrael’de yaşıyorsam bu kitabın bunda payı var.
Kitap çok uzak diyarlarda yaşayan iki küçük fare ile iki küçük insandan bahsetmekte. Sevimli karakterlerimiz her sabah koşu ayakkabılarını giyerek yaşadıkları labirentte en sevdikleri yiyecek olan peyniri aramaya çıkarlar. Labirent, bilinmeyenlerle dolu, karışık ve zorludur. Yazar hayatı labirentle simgelemiştir. İki küçük fare ise insanların basit yönlerini, küçük insancıklar ise insanların karmaşık yönlerini sembolize etmektedir. Peynir ise insanların ihtiyaçlarını ve hayallerini temsil etmekte.
Her gün koşuya çıkan bu dört sevimli karakter bir gün çok büyük bir peynir deposu keşfederler. Rüyaları hakikat olmuştur. Artık her sabah doğrudan depoya gelmekte ve istedikleri kadar peynir yemektedirler. İnsancıkların rahatları yerindedir. Artık sabah erken kalkmazlar. Koşu ayakkabılarını da çıkarmışlardır. Depoya rahat rahat gelirler ve ihtiyaçları kadar peyniri yerler. Hatta evlerini bile peynir deposunun yanına taşırlar. Fakat fareler her sabah yine erkenden gelmektedirler. Koşu ayakkabılarını boyunlarına asmışlardır. Her sabah peynirleri ölçerler, bakarlar, analiz ederler, tazeliğini kontrol ederler.
Bir sabah sevimli karakterlerimiz müthiş bir sürpriz ile sarsılırlar. Depoya geldiklerinde hiç peynirin kalmadığını görürler. Birisi peynirleri almıştır. İnsancıklar ertesi gün geldiklerinde tekrar peyniri bulacaklarına inanmaktadırlar. Fakat günler geçmesine rağmen kimse peyniri getirmez. Fareler ise bir iki gün sonra tekrar koşu ayakkabılarını giyip labirente dalarlar. Hisleri ve içgüdüleri onlara yol göstermektedir.
İnsancıklardan birisi diğerine  “biz de koşu ayakkabılarımızı giyip labirente dalalım mı?”  diye sormaya başlar. Fakat diğeri “kesinlikle olmaz, labirent tehlikelerle dolu. Ben burada bekleyeceğim. Birisi peynirlerimizi geri getirecek” demekte ve arkadaşının da cesaretini kırmaktadır.
Yazarımız mesajlarını bize, karakterlerin duvarlara yazdıkları yazılar yolu ile vermektedir. Bu yazıların hepsini değil ama bence önemli olan bazılarını sizlere aktarmak istiyorum.
“Sürekli aynı şeyleri yapıp sonuçların değişeceğini beklemek saçma değil mi?”
Sonunda insancıklardan daha müteşebbis olanı koşu ayakkabılarını giyer ve arkadaşını boş peynir deposunda bırakarak labirente dalar.
“Değişimi kabul et. O peynir düne aitti. Asla geri gelmeyecek. Yeni peynire ihtiyaç var.”
Karanlık bir yolda ilerlerken bir çukura düşer. Zor bela çıkar. İlerlemeye devam eder. Önüne bir çukur daha çıkar. Bu sefer çukuru fark eder ve düşmez. Kenarından dolaşır. Bu arada peyniri aramanın da yemek kadar zevkli olduğunu fark eder.  
Derken bir peynir deposu bulur. Ne var ki içerisinde çok az peynir vardır. Fakat bu depo ona cesaret ve güç verir. Bu arada içeride ne kadar peynir olduğunu ve tazeliklerini dikkatle not eder.
“Değişiklik bir anda olmaz. Öngörülebilen kısımları vardır.”
Bu arada arkadaşını da unutmaz. Geri döner. Arkadaşı perişan bir vaziyettedir. Duvarları kırmakta, yerleri kazmakta ve hala eski peynirleri aramaktadır. Ona başından geçenleri anlatır. Ve kendisi ile gelmeye ikna etmeye çalışır. Fakat muvaffak olamaz. Onun gelmeye hiç niyeti yoktur. Hala birisinin, bir gün peynirleri geri getireceğini beklemektedir.
“Bir şeyler değişir, bir daha asla eskisi gibi olmaz.”
Yeniden yola çıkar. Bu sefer her köşeye, duvarlara işaretler koyar. Bir gün arkadaşının da arkasından geleceğini ummaktadır. Bir iki depo daha bulur. Bunlarda da peynir azdır. Her seferinde yeniden yola çıkar.
“Yaptığımız işte mükemmel bile olsak, bazen fırsatların ve kârın azaldığını görebilmek gerek.”
Sonunda inanılmaz boyutta bir peynir deposu bulur. Depo göklere kadar peynir doludur. İşin enteresan tarafı iki küçük fare buraya geleli çooook zaman olmuştur. Depoyu bulan insancık umutla arkadaşını beklemektedir. Her seste “acaba o mu geldi” diye dışarı koşmaktadır.
Peynirleri keyifle tüketirken arada bazen düşünür.
“Korkmasaydım kim bilir neler yapabilirdim?”
Yazarın buradaki en önemli mesajı bence:
“Değişimi, bir şeyin sonu değil,  başı gibi kabul etmek gerekir. 
Eğer bu değişimi kabul etmezsen, bu her şeyin sonu olabilir. İlerlemeye odaklanmış insanlar, değişimi bizzat kendileri yaratırlar.  
Değişimi kabul ettiğinde değişiklik korkunç bir olay olmaktan çıkar. 
Korkuların üstüne gitmek seni özgür kılar. 
Devamlı güvenliği arayanlar ironik bir şekilde bunu kaybetmeye mahkûmdurlar.”
--------------------------------------------------------------------------------------------------------
Peynir 1400lerde İspanya’da idi. Sonra Osmanlı’da bulduk peyniri. Derken Türkiye’de.
Şimdi peynir bilin bakalım nerede? Haydi, giyin koşu ayakkabılarınızı.
---------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu haftalık da bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım,
Sevgiyle kalın, hoşça kalın…
Aaron Baruch  (Ankaralı)
Not : Kitabın harika bir özeti 15 dakikalık bir çok sevimli bir VDO ile anlatılmış.
Merak edenler için linki :









16 Ocak 2017 Pazartesi

KUŞATMA ALTINDA YERUŞALAYİM (2)

İlk yayın tarihi 14 Şubat 2015




Sevgili kardeşlerim,
yeğenlerim ve dostlarım.





5 İyar 5708. Yani 14 Mayıs 1948. Ben Gurion  bir kere daha masaya vurdu:

-Yahudi İsrail devletini ilan ediyorum. İsrael devleti resmen doğmuştur dedi.

Oturuma katılanlar Şehiyanu duaları arasında Hatikva'yı söylemeye başladılar. Toplantının yapıldığı eski müze binasında bulunanlar çok sert insanlardı. Çok, ama çok badirelerden geçmişlerdi. Pek çoğunun kolunda hala Avrupa'daki zulüm kamplarının   numaraları  vardı. Ama bu sert insanlar şimdi ağlıyorlardı.

Tam 11 dakika sonra, tamı tamına 11 dakika sonra ABD bu yeni ülkeyi ilk tanıyan devlet olacaktı...

İsrael devleti doğmuştu doğmasına ama Yeruşalayim boğulmak üzere idi. Ve Ben Gurion Yeruşalayim’i kaybettikleri takdirde bu bebek devletin yaşama şansının çok az olduğunu biliyordu. Yeruşalayim kurtarılmalıydı. Neye mal olursa olsun KURTARILMALIYDI...

Nachson harekâtı ile   yol açılmıştı açılmasına, ancak  sadece 4 konvoy  geçebilmişti. Elbette ki bir rahatlama getirmişti. Fakat kuşatma altındaki 100 bin kişi için bu yeterli değildi.  Araplar kısa bir zaman sonra Bab el Ued geçidini büyük büyük kayalarla tamamen kapatmışlar ve burayı tahkim ederek geçilmesi imkânsız bir hale getirmişlerdi. Sahil ile Yeruşalayim'in arasındaki yol bir daha açılmamak üzere  kapanmıştı. Yeruşalayim’in kurtarılması için ancak bir mucize gerekli idi ve  o mucize gerçekleşecekti...

ALB.DAVİD MARCUS
Cip gıcırdıyor, inildiyor fakat inanılmaz akrobatik hareketler yaparak da olsa karanlıkta ilerliyordu. Sonunda takıldılar.  İçindeki Yahudilerden  ikisi araçtan indi. Cipi itmeye başladılar. Avrupa'da 2nci Dünya savaşında savaşarak 3 bin km. yol yapan  David Marcus ve Vivian Herzog böyle işkence çeken bir araç daha görmemişlerdi. Aracın şoförü genç bir Palmach subayı Amos Cholev direksiyona sıkı sıkı sarılmış, cipi çılgın bir nehirde sürüklenen  kano gibi kullanıyordu.  Kullandıkları yol binlerce yıl evvel yapılmış antik Yeruşalayim yolu idi.  Arkeolojik önemi olabilirdi ama bugün yol olmaktan çok uzakta idi. Bu yoldan Büyük İskender'de geçmişti. Romalılar 'da... Aslan Yürekli Richard bu  tepelerden Yeruşalayim’e bakmıştı.  Durdular. Biraz dinlenmek üzere yabani otların arasına toprağın üzerine  uzandılar. Amos Cholev yanındakilere:
-Bu tepeleri yarıp geçebilseydik Yeruşalayim’i kurtarmak için bir yolumuz olurdu dedi. Marcus gülerek cevap verdi:
-Neden olmasın, biz Kızıldeniz'i geçmedik mi?
Gülüştüler. Birden bire uzaktan gelen bir motor homurtusu işittiler. Kulaklalar dikildi. Makineli tüfeklerini kaptıkları gibi siper aldılar. Birden ters yönde gelen bir cipin üzerlerinde bulundukları tepeye çıkmakta olduğunu fark ettiler. Siperlerine daha sıkı sindiler. Gelen cip meydana çıktığı an Amos Cholev bir nara  attı.
 -Alan... Ma şlomhem...
Cipin sürücüsü ile yanındakini tanımıştı. Bunlar Palmach'ın Harel tugayında iki arkadaşı idi. Yeruşalayim’den geliyorlardı. Çıplak Yehuda tepelerinde bu iki Cipin karşılaşmalarının hesaplanamayacak kadar büyük sonuçları olacaktı...
  
Yeruşalayim’den gelen cipteki Levi, Tel-Aviv'e gelir gelmez Kırmızı Eve'e, Ben Gurion'a koştu.
-Şehir aç, cephanemiz kalmadı, bitmek üzereyiz diye inledi nefes nefese.
Ben Gurion:
-Bir cipin geçtiği yerden yirmi cipte geçer dedi ve  komutan  Ukraynalı bir değirmencinin oğlu olan Joseph Avidar'a emirler yağdırdı. Askerler ve subaylar Tel-Aviv'e dağıldılar.  Ancak bu yeni araçlara el koyma işi şehirde işitilmişti ve enteresan bir şekilde bir tek cip bile meydanda yoktu. Sanki yer yarılmıştı ve cipler içine girmişti.
-Bari benimkini alın dedi  Ben Gurion.
İki cip ağzına kadar silah ve cephane dolduruldu ve derhal Yeruşalayim’e doğru yola çıkıldı. İçleri umut doluydu.   Yorgunluktan gözleri kapanıyordu. Ama bir an evvel geri dönmeliydiler. Onun için hiç oyalanmak istemiyorlardı.

Aynı saatlerde  Kırmızı Ev'de bir Rus,  Joseph Adivar,  ve bir Amerikalı, Davit Marcus, yürüyerek Kızıldeniz'i geçen ve sürgünde çölleri aşan Yahudi Ulusunu  yeni bir serüvene sürüklemek için bu  toplantıya katılmışlardı.  Yeruşalayim’e giden yolu silah zoruyla açmaları imkânsızdı ama alın teri, teknik ustalık ve cesaretle  kamyonların geçebileceği yeni bir  yol yapmaya çalışacaklardı.

Yeruşalayim, eyy Yeruşalayim…

Davit Marcus'un beklediği araç nihayet gelmişti. Solel Boneh inşaat şirketinin bir buldozeriydi bu. Yol yapımı için terkedilmiş Arap köyü Beyt Jiz  köprübaşı olarak seçilmişti. Amerikalı Albay (Davit Ben Gurion tarafından generalliğe terfi ettirilmişti. ) operatöre yolu gösterdi.
-Burası dedi. Buradan başlayalım.
Yola bir isim koymuşlardı. Amerikalıların Çin'de yaptıkları inanılmaz bir yolun ismini. Birmanya Yolu... Buldozer metre metre yolu kazmaya ve düzeltmeye başladı.  Ağır ağır ama amansızca kazıyor, düzeltiyor deliyor ve ilerliyordu.  Makinenin yetmediği, yetişemediği yerlerde insan emeği devre giriyor, taşçılar ameleler, kırıyorlar, dolduruyorlar karıncalar gibi çalışıyorlardı. Tel-Aviv'den, kibutzlardan gelen bu insanlar yolun açılması için bir adak gibi terlerini akıtıyorlardı. Gece gündüze karışmıştı. Geceleri sesler tepeden tepeye yankılanıyordu. Zamana karşı bir yarış vardı. Belki onlar yolu bitirmeden Yeruşalayim bitecekti. 5 kilometre daha  yol yapılması  gerekiyordu Davit Marcus, Yeruşalayim yönüne bakıp zaman zaman kendi kendine söyleniyordu..
 -Dayan Yeruşalayim, ne olursun ben gelene kadar dayan... Geliyorum... Dayan...
Yeruşalayim dayanacaktı ama o bunu göremeyecekti...


7 Haziranda Yeruşalayim'in  üç günlük yiyecek stoku kalmıştı. Komutan Don Joseph  "kendimi, çocukları için yemek isteyen annelere boş depoları göstereceğim güne hazırlamalıyım"  diye düşünüyordu. Durumu bütün açıklığıyla anlatan bir telgraf hazırladı ve emir subayına  "bunu acele Ben Gurion'a gönder" emrini verdi. Telgrafın devamında "Shabat’a kadar elimize un geçmezse şehirde açlık başlayacak" deniyordu.
Telgraf öyle açıktı ki Birmanya Yolu bitmeden Yeruşalayim teslim olacağı  hemen anlaşılıyordu.

Kırmızı Ev, yine bir toplantıya daha ev sahipliği yapıyordu. Sonunda karar verdiler... Altı yüz Yahudi gerekliydi. Sırtlarında 20 kilo yükle  5 kilometre yürüyebilecek 600 Yahudi lazımdı. Yol açılıp ta yoğun yardım gelene kadar her gece bu 600 kişi sırtlarında  taşıyacakları 20 kilo yükle Kudüs'ü birazcık olsun besleyebilirdi ve zaman kazanabilirlerdi. İşçi konfederasyonları devreye girdiler.  Bankacılar, memurlar, işçiler, tüccarlar çok kısa ancak çok önemli bir görev yapmaları için nazikçe  otobüslere davet edildiler. Ünlü folklorcu Mordehay Zeira'da yolcular arasındaydı. Ne var ki bu insanların çoğu emeklilik yaşına yakındılar ve şehir hayatı yüzünden yürüme alışkanlıklarını yitirmişlerdi. Otobüsler onları Nachson harekâtının başladığı yere, Kfar Blou'ya götürdü. Kibutzlardan gelen Yahudi kadınlar karıncalar gibi çalışıyorlar torbalara koydukları  un, pirinç, şeker, kuru sebze ve süt tozlarını daha sonra sırt çantalarına yüklüyorlardı. Ukraynalı değirmencinin oğlu komutan Joseph Avidar hamallara görevlerini açıkladı. Konuşması sürdükçe yüzler asılıyor, bedenleri korku sarıyordu. Ortalığa umutsuz bir hava hâkim olmuştu. Komutan sözlerini şöyle bitirdi:
-Her birinizin sırtında 100 Yahudi'yi bir gün daha hayatta tutacak yiyecek olacak, Yeruşalayim’li kardeşleriniz  bugün sadece dört dilim ekmek yiyebildiler... Yolunuz açık olsun.
Elini kaldırıp onları uğurladı. Herkes donmuştu. Komutanın eli yoktu, daha evvel bir el bombasıyla kopmuştu...
600 Yahudi birden canlandı. En ağır çantayı kapabilmek için koşuşturmaya başladılar... Joseph onları tekrar otobüslere doldurdu ve Birmanya yolunun  açılan son noktasına kadar getirdi. Bundan sonra Yehuda tepelerini yürüyerek aşmaları gerekiyordu. Karanlıkta hamallar kaybolmamak için tek sıra halinde biri birilerinin gömleklerini tutarak ilerlemeye başladılar. Dünyanın en geveze ulusunun bireyleri hiç konuşmadan yürüyorlardı.

O yol açıldı. Yeruşalayim açlığa yenilmedi. Ama ne yazık ki Judas Maccabee'den beri ilk Yahudi generali Amerikan asıllı David Marcus ateşkes şerefine giydiği beyaz elbisesi yüzünden Arap zannedilerek bir Yahudi nöbetçi tarafından vurularak öldürülecekti... Marcus İbranice bilmediği için paraloyı anlayamamış ve cevap verememişti.


KOTEL - YERUŞALAYİM


11 Haziran günü 30 günlük ateşkes ilan edildi. Yahudiler bu süre içinde toparlandılar. Avrupa'dan satın alınan pek çok silahı ülkelerine getirebildiler. Ateşkesten sonra her cephede  ilerlediler ve bugünkü İsrael'i kurdular.





Bir gün Yeruşalayim’i ziyaret ederseniz  yürürken yerdeki taşlara daha yavaş, daha saygılı basın. Daha dikkatli bakın. Orada, biz bu topraklarda yaşayabilelim diye dökülen terlerin, kanların ve gözyaşlarının izlerini bulacaksınız.

Yahudiler Yeruşalayim’i asla bırakmayacaklardır.

Bu günlükte bu kadar sevgili kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.


Hoşça kalın, sevgiyle kalın,

Aron Baruch    (Ankaralı) 



15 Ocak 2017 Pazar

KUŞATMA ALTINDA YERUŞALAYİM… (1)


 
(İlk yayın tarihi 11 Şubat 2015)


Sevgili  kardeşlerim, yeğenlerim ve dostlarım.




1948 Martında Yeruşalayim kuşatma altında idi.  
100 bin Yahudi soğuktan titriyordu. Yakacak hiç bir şey yoktu. Gaz yoktu. Kadınlar yemek pişirmek için DDT kullanıyorlardı. Yiyecek ve su neredeyse tükenme noktasında idi. Stoklarda kalan un, ancak  adam başına 300 gr. ekmek yapacak kadardı. Şehir,  kuru sebze ve konserve ile dayanmaya çalışıyordu. Taze et ve sebze tükenmiş durumda idi. Meyve süt yoktu. Bir yumurta bugünün parasıyla  15 lira idi... Askerlere,  günde, üzerine şurubu andıran cocozine  adlı bir sıvı sürülmüş dört dilim ekmek, bir kâse çorba, bir kutu sardalye  ile iki patates verilebiliyordu. En iyi beslenen onlardı.  

Sahil ile Yaruşalayim arasındaki yol Araplar tarafından kapatılmıştı. Yol üstündeki 12 köyde üslenen Araplar, gözcülerin işareti  ile yola iniyorlar ve gelen konvoyları vuruyorlardı..  Tek bir arabanın  dahi geçmesi mümkün değildi. Son   yarma çabaları  pek çok hayata  mal olmuştu.  Umutsuzluk her yanı sarmıştı. Araplar Yeruşalayim'i boğmak üzere idiler.

-Kudüs yolunu açmak  için bir çare bulmak üzere toplanmış bulunuyoruz dedi Ben Gurion.
Ve devam etti:
-Üç Hayati merkezimiz var. Tel-Aviv, Hayfa ve Yeruşalayim. Bunlardan birini kaybedersek yaşamaya devam edebiliriz. Ancak bu Yeruşalayim olmamalı. Ne pahasına olursa olsun Yeruşalayim yolunu açmak gerek.

Bir plan yapıldı. Delicesine bir plan. Risk çok çok büyüktü. “Nachshon Harekâtı” yolun iki tarafındaki Arap köylerinin işgal edilerek bir koridorun sistemli bir şekilde açılmasını öngörüyordu. Her kez üstüne düşeni yapmak için kolları sıvadı.

Harekâtın komutanlığına Givati Tugayı Komutanı Simon Avidan getirildi. Birliklerin çoğunu oluşturan gençlere gelince,  eğitimden yeni çıkıyorlardı. Binbaşı İsak Shadmi onları ilk gördüğünde bir izci oymağı sandı.  Küçük çıkınları ve çantalarıyla romantik bir geziye gidiyor gibiydiler. Binbaşı,  on tüfek, dört makineli ve bu çocuklarla Kudüs yolunu açmak için nasıl saldırıya geçeceğini düşününce ürpermekten kendini alamadı...

Simon Avidar    şehrin beslenmesinden sorumlu olan kişileri topladı. Bütün gece çalıştılar. Kudüs'ün ihtiyacı olan malzeme listesi korkunçtu. Üç bin ton malzemenin tedarik edilip gönderilmesi gerekiyordu. Subaylar derhal  Tel-Aviv'deki depolara yöneldiler. Bütün kamu ve özel depolar mühürlendi.  Simon Avidan kesin emir verdi:

"Yeruşalayim konvoyu hareket etmeden bu depolardan bir gram mal bile çıkmayacak"

Bu erzakı taşımak için  Simon  Avidan  ihtiyaç bulunan 300 ağır kamyonu bulması  için İngiliz Ordusunun eski subaylarından Bar Shemer'i görevlendirdi. Bar, Tel-Aviv'deki bütün nakliye şirketlerine başvurdu. Ancak 150 kamyon tedarik edebilmişti. Geri kalan 150 kamyonu nasıl bulduğunu daha sonra sorduklarında Bar;  "askerlerimi kavşaklara diktim. İşimize yarayacak her kamyonu çevirdik ve silah zoruyla onları
toplanma yerine sevk ettik"  
diyecekti. 20-25 kamyon toplandığında Bar Shemer bunları derhal toplanma yeri olan eski İngiliz Kampı Kfar Blou'ya gönderiyordu. Şöförler isyan halinde idiler. Bu işe katılmak istemiyorlardı. Tel -Aviv'de rahatları yerinde idi. Kimisinin karısı doğurmak üzereydi. Kiminin borcu vardı, çalışmalıydı. İşleri güçleri vardı.  Yolun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorlardı.  Ancak Allah'tan çoğu, kamyonların sahibi idi ve ekmek teknelerini bırakmak istemiyorlardı.

Bu arada Kfar Blou'da   şoför, yardımcı ve  makinist toplam 1000 kadar insan toplanmıştı ve bu da yeni bir yiyecek sorunu yaratıyordu.  Bar Shemer Tel-Aviv'in en iyi lokantalarından birine koştu. İçeri dalar dalmaz lokantanın sahibi Yechezkel Weinstein'e   "Yahudi ulusunun size ihtiyacı var"  dedi. O akşam saat beşte Weinstein 1000 kişiye sıcak yemek dağıtıyordu. 

İlk hedef yolun Yeruşalayim'den  önceki son kilometrelerini denetleyen  Arap köyü Castel  idi. Komutan Uzi Narkis köyün girişine ve çıkışına iki makineli  bataryası yerleştirdi. Tam gece yarısı saldırıyı başlattı. Araplar neye uğradıklarını şaşırdılar. Beklemiyorlardı. Haganah merkezideki  vericiden  bir saat sonra şu kelimeler döküldü:

-Haverim, Castel bizde

Castel'i işgal eden müfrezenin görevi basitti. Bir daha Araplara pusu kurmakta yataklık etmemesi için köyü silip süpürüp yok edecekti.

Bu sırada Tel-Aviv limanında (Şimdiki Namal)  Nora isimli şilepten iğrenç çürümüş soğan kokusu dağılmakta ve burunları kırmaktaydı. İngiliz gümrükçüler fazla dayanamadılar. Gümrük müfettişi "boşaltın" emrini verdi. Bir sürü dok  işçisi gemiye karıncalar gibi tırmandı. Deli gibi çalışmaya başladılar.  Soğan örtüsü  kalkınca Çekoslovakya'dan gelen silah ve  mühimmat meydana çıktı.  Gemi tam zamanında yetişmişti. Nachson harekatı ertesi  akşam  başlayacaktı.

Subay İshak Shadmi payına düşen silahları saldırıya bir kaç saat kala  alabildi. Ancak bir sorun vardı. Silahlar yağ içerisinde idi ve ellerinde  bunları temizleyecek hiç bir şey yoktu. İsak Shadmi genç erkeklerden  bir fedakârlık istedi. Bu genç erkekler dava uğruna donlarını feda ettiler.  Kızlar bu donlarla silahların yağını temizlerlerken kendileri de  tellerle namluları temizleyeceklerdi. Fişekleri taşımak için de çoraplar kullanıldı.

Başka bir piyade bölüğüne komuta eden Hayim Laskov'a MG 34 makinelileri verildi. Ancak bu silahı kimse tanımıyordu.  Hayim alel acele eski bir  İngiliz askeri buldu. Eski asker silahı tanıyordu ve kullanmayı gösterdi. Ancak silahlar arızalıydı ve kesik kesik ateş ediyordu. Makinelilerin otomatiği işlemiyordu. Bölük saldırı emrini beklerken Tel-Aviv'den gelen bir silah uzmanı makinelileri teker teker tamir etti.

Beşer yüz kişilik üç tabur Yahudi güçleri 5 Nisan 1948 akşamı saat 21.00de saldırıyı başlattı. Yola çıkış noktasındaki Arap köylerini birinci tabur  çabucak işgal etti.  İkici Tabur yoldaki tepelerde bulunan Arap köylerine saldırdılar. Bazı köylerde çok canlı direnişle karşılaşıldı. Bu köyler alınamasa da yola müdahale etmemeleri için aradaki tepeler işgal edildi.

Bu arada kamyonların yüklenmesi için Haganah, Tel-Aviv'deki bütün dok işçilerini kamyonların başına yığmıştı. Bunlar Selanik asıllı, kısa boylu güçlü kuvvetli insanlardı.  Bu insanlara yemek hazırlayan lokantacı Yechezkel Weinstein daha sonraları "otomatik bir zincir gibiydiler. Her kamyon 5 dakikada dolduruluyordu. İki genç gitarcı çaldıkları  müzikle   ruhlara su serpiyordu"  diye anlatacaktı.

Konvoy inanılmazdı. Her renkten her markadan kamyon vardı.   Üç tonluk Bedford'lar, Dodge'lar, 10 tonluk kocaman Mack'lar küçük büyük her renkten ve  her cinsten   taşıma aracı konvoyda vardı. Çoğu bir sabun markasının, bebek mamasının, Hayfa'lı bir kasabın sattığı koşer etin, Tel-Aviv'deki bir ayakkabı fabrikasının övgüsünü yapan afişlerle kaplıydılar. Hepsi de arıza ihtimaline karşı çekilebilmek için çelik tellerle donatılmışlardı.

Konvoy portakal  ağaçlarının baygın kokuları arasında yola çıktı ve  ağır ağır ilerledi. 10 kilometre dümdüz asfalt sorunsuz aşıldı. Nihayet en tehlikeli yere gelindi. Bab el Ued'e doğru konvoy tırmanmaya başlayınca sesler kesildi. Sinirler keman teli gibi gerilmişti. Fakat korkulan olmadı. Palmach birliklerinin ağından kaçabilen bir kaç nişancı ateş açtıysa da   önemli bir engelleme çıkmadı.  Lastikleri patlayan bazı araçlar  kör topal yola devam etti.  Bazı kamyonların radyatörleri  son nefesini vermişti ve  kaynar sular fışkırtıyorlardı.

Bir konvoyun gelmekte olduğu haberi Yeruşalayim'e yayılmıştı. Sabahın erken saatlerinden beri halk Yafa kapısında toplanmaya başlamıştı. İnsanlar balkonlara pencerelere dolmuşlar saygı ve şükranla bekliyorlardı. Havada elle tutulur bir umut vardı. İnsanlar  açlıklarını unutmuşlar önlerindeki vadiye bakıyorlardı...(Yeruşalayim'liler o hafta adam başına 10 gr.  margarin   iki yüz elli gr. patates biraz da kurutulmuş et yiyebilmişlerdi.)

Önce kamyonların homurtuları işitildi. Sonra  bir tırtıl gibi ilerleyen konvoy yavaş yavaş seçilmeye başladı. En önde mavi bir Ford kamyon geliyordu. Güneşte kaportası parlamaktaydı. Allah'ım bu nasıl bir güzellikti. İnsanlar donmuş, kıpırdamadan kamyonların yaklaşmasını bekliyordu...  En sonunda konvoy alkışlar, haykırışlar ağlama sesleri arasında teker teker  Yafa kapısından girmeye başladı. Yaşlı bir kadın Sefarad imareti   önünde kim bilir kaç konvoya katılmış Yehuda Lash'ı yakaladı ve ona sıkı sıkı sarıldı. Patateslerin üzerinde Isak Shadmi, Ben Gurion'un "güçlü olduğumuz gün ulus olacağız"  lafını hatırladı.  "Tamam"  dedi, "işte o gün, bu gündür..."  Bar Shmer'in kaçırdığı şoförler bile allak bullak olmuşlardı. Dua sesleri semaya yükseliyordu. Herkes ağlıyordu. Ağlıya ağlıya boğazlarını yırtarcasına HATİKVA’yı söylüyorlardı.

Bu nisan  sabahı belleklerde bir anı çakılıp kalacaktı. Şehre ilk giren mavi Ford kamyonun çamurluğunda şunlar yazılıydı.

SENİ UNUTURSAM EY YERUŞALAYİM...

Ne sizi, ne de Yeruşalayim'i unutmadık.
Unutmayacağız.
Ve unutturmayacağız...
Hiç biriniz boşa ölmediniz.
Bulunduğunuz yerden dönün bakın neler yapıldı, nasıl bir İSRAEL kuruldu…
Bu ulus size minnettardır...

Diasporadaki gençler, siz istediğiniz zaman gelin...
O zamana  kadar nöbet bizde...


Bu hafta da bu kadar sevgili  dostlarım...

Hoş çakalın, sevgiyle kalın,


Aaron Baruch    (Ankaralı)