31 Ağustos 2019 Cumartesi

BİR MIG-21 Mİ İSTİYORSUN, SEN ÇILDIRDIN MI?










Aşağıdaki satırlarda size müthiş bir serüveni, 1963 ile 1968 yılları arasında MOSSAD genel müdürlüğünü ve küresel operasyonlar başkanlığını  (Ramsad) yapan Meir Amit’in, bizzat kendi ağzından anlatmaya çalışacağım.

Meir Amit anlatıyor:

“Hikâye o dönemde İsrael Hava Kuvvetleri (IAF) komutanı olan General Ezer Weizmann’la toplantılarımızdan birinde başladı. İki-üç haftada bir birlikte kahvaltı yapardık. Bu toplantıların birinde, Ramsad sıfatı ile benden istediği bir şey olup olmadığını sordum ve o da hemen cevap verdi:

“Meir, bir MIG-21 istiyorum.”
“Ne, bir MIG-21 mi istiyorsun, çıldırdın mı?”

MIG -21 dönemin en gelişmiş Sovyet savaş uçağıydı. ABD ve tüm batı bu savaş uçağı hakkında çok sınırlı bilgilere sahipti ve açıkçası İsrael dahil, bu uçağın yeteneklerinden herkes çekiniyordu.

General Ezer Weizmann ciddiydi. Gerçekten bu uçağı istiyordu. Düşmanlarımız Mısır, Suriye ve Irak Sovyetler Birliğinden aldıkları büyük miktarlarda MIG-21 savaş uçakları ile çok büyük tehlike arz ediyorlardı. Uzunca bir süre düşündükten sonra bu operasyonu daha evvel de aynı konu üzerinde çalışmalar yapmış olan Rehavia Vardia’ya emanet etmeye karar verdim. Rehavia Mısır ve Suriye hava kuvvetlerinin elindeki MIG-21 uçaklarından birisini elde etmek için bazı Arap pilotlara bir milyon dolar civarında rüşvet teklif etmiş ancak başarılı olamamıştı. Hatta Mısır’da iki işbirlikçi asılarak idam edilmişti. Kendisinin konu üzerinde tecrübeleri ve bilgisi vardı.

Vardia antenlerini tüm Arap dünyasına uzattı. Uzun haftalar sonra İran’daki İsrael askeri ataşesi ilginç bir mesaj gönderdi. Mesaj Yossef Shemesh adında bir Iraklı Yahudi’den bahsediyordu. Yossef Irak hava kuvvetlerinin elinde bulunan bir MIG-21 uçağını İsrael’e getirebilecek Iraklı bir savaş pilotu tanıdığını iddia ediyordu.

MOSSAD’ın ilgili birimleri hemen habere odaklandılar. Yossef Shemesh yakın takibe alındı. Kendisine ufak tefek görevler verildi ve her seferinde Yossef tam başarı göstermeye muvaffak oldu.

Esasında hikâye tam bir tesadüfe dayanıyordu. Yossef’in Bağdat’ta yaşayan Hristiyan bir metresi vardı. Kadının kız kardeşi ise Iraklı savaş pilotu Munir Redfa ile evliydi. Münir de Hristiyan’dı ve mesele buradan çıkıyordu. Münir fevkalade yetenekli bir MIG-21 pilotu olmasına rağmen hak ettiği rütbeler kendisine verilmiyordu. Bunun sebebinin kendisinin Hristiyan olduğunu açık açık yüzüne de söylemişlerdi.

Bir başka problem de Münir Redfa’ya son zamanlarda verilen görevlerle ilgiliydi. Ona küçük tanker uçaklarını uçurması görevi veriliyordu. Bu da yetmezmiş gibi son olarak Irak’ın kuzeyindeki Kürt köylerini bombalamak gibi iğrenç bir görev verilmişti. Bütün erkekler savaşta olduğu için köylerde kadın ve çocuklardan başka kimse yoktu. Bu insanların öldürülmesi gerekli miydi? Pilot kendi kendini sorguluyor ve yaptığı işten nefret ediyordu. Üstelik Münir Redfa’ya bu görev için bir MIG-17 verilmişti. Münir bunun rütbe tenzili olduğunu düşünmekteydi.

Münir Redfa Irak’ta yaşamanın kendisi için bir anlamı kalmadığına karar vermişti.

Iraklı Yahudi Yossi Shemesh metresinin kız kardeşi ve kocası ile sık sık bir araya gelmeye, samimiyeti ilerletmeye başlar. Uzun sohbetlere girerler. Sonunda  Redfa’yı ve karısını kısa bir Atina yolculuğuna ikna eder. Munir’in karısının bir beyin rahatsızlığı olduğu bahanesiyle izinler alınır ve hep birlikte Atina’ya uçarlar.

Atina’da IAF istihbarat şefi Zeev Liron ile buluşurlar. Zeev kendini kominizim karşıtı bir Polonyalı pilot olarak tanıtır. Uzun sohbetlerde Münir yaşadığı hayal kırıklıklarını Zeev’e anlatır.

MOSSAD’ın talimatları doğrultusunda Zeev, Münir Redfa’yı ufak bir Yunan adasına davet eder. Erkek erkeğe sohbetler sırasında sonunda Zeev sorar:

“Munir, Irak’ı bir MIG-21 ile terk edersen ne olur?”
“Beni yaşatmazlar, kaldı ki beni kabul edecek bir ülke olduğunu sanmıyorum.”
“Seni memnuniyetle kabul edecek bir ülke var aslında, bak Munir, ben esasında Polonyalı değilim, ben İsraelli bir pilotum”

Uzun bir sessizlikten sonra Zeev Munir’e “bu konuyu yarın konuşmaya devam edelim” der ve uyumaya giderler.

Ertesi gün Munir teklifi kabul ettiğini söyler. Kendisine yüklüce bir miktar para da verilecektir.,Munir’in gözü toktur. Pazarlık etmez. Tek istediği oldukça kalabalık olan ailesinin de Irak’tan çıkarılmasıdır.

Zeev ve Munir Roma’ya uçarlar. Yehuda Porat isimli İsraelli istihbarat subayı da onlara katılır. Birlikte iletişim yöntemlerini tespit ederler. Kol İsrael radyosu “marhabtein, marhabtein” şarkısını çaldığı zaman Munir Redfa vaktin geldiğini anlayacaktır. Roma’da çeşitlı kafelerde buluşmalar yapılırken bir yandan da Ramsad Meir Amit yan masalarda onları gözetlemektedir.

Munir Redfa’ya ELMAS kod adı verilir. Son aşamaya gelinmişti. Artık Elmas’a güveniliyordu. Bu işi yapacaktı. Son bilgilendirmeler için Zeev ve Elmas İsrael’e gitmeleri gerekiyordu. Önce Atina’ya uçarlar.  Ancak müthiş bir aksilik olur. Neredeyse bütün operasyon az kalsın fiyasko ile neticelenecekti. Atina’da Tel-Aviv uçağına bineceklerdi. Ancak Munir yanlışlıkla Kahire uçağına bindi. Hosteslerin yolcu sayılarını kontrol etmeleri neticesinde Kahire uçağından indirilen Munir son anda Tel Aviv uçağına yetişti.

Munir Tel Aviv’de sadece 24 saat kaldı. İsrael Hava Kuvvetleri komutanı ile görüştüklerinde aralarında şöyle bir konuşma geçti:

“Bu uçuşun ne kadar tehlikeli olduğunu biliyorsun. Tüm uçuş 900 kilometredir. Eğer fark edilirsen seni düşürmek için her şeyi yaparlar. Sana dediğim rotayı takip et. Sakin kalman ve sinirlerini kontrol altında tutman lazım. Sinirlerini kaybedersen ölü bir adamsın. Bu işin geri dönüşü yok.”
“Sana uçağı getireceğim.”

Bu arada Munir çok aptalca bir şey yaptı ve Irak’a dönünce ev eşyalarını satmaya başladı. Bunu duyunca Ramsad Meir Amir neredeyse kalp krizi geçiriyordu. Bir savaş pilotu ev eşyalarını durup dururken neden satar? Allahtan Irak muhaberatı uyanmadı…

14 Ağutos’ta Munir MIG-21 ile havalandı ancak kısa bir süre sonra kokpit duman içerisinde kaldı. Sigortalardan birisi tutuşmuştu. Munir geri döndü.

17 Ağustos’ta tekrar havalandı. Planlanan rotaya sadık kaldı. İsrael radarlarında yabancı bir uçağın İsrael hava sahasına girmek üzere olduğu görüldü. Bu arada IAF komutanı şu emri yayınladı:

“Bugün benden sözlü bir emir almadıkça kesinlikle hiç bir şey yapılmayacaktır. Sesimi tanıdığınızdan eminim.”

Komutan hevesli bir pilotun İsrael hava sahasına giren MIG-21’i indirmesini istemiyordu.

Ve nihayet Munir Redfa’nın MIG-21’i İsrael hava sahasına girdi. İki İsrael savaş uçağı kendisine refakat ediyordu. Hatzor askeri hava üssüne yaklaşınca Munir barışçı amaçla geldiğini anlatmak için kanatlarına sağa sola salladı ve kısa bir zaman sonra da indi.

İnanılır gibi değildi. En müthiş Sovyet silahı MIG-21 İsrael’in elindeydi.

Munir’i hava üssünün komutanının evine götürdüler. Büyük bir parti verildi. Basın toplantıları yapıldı. Munir Irak’ın Hristiyanlığa bakış açısını ve Kürt köylerinin bombalanmasının iğrençliğini anlattı.

Bütün dünyada yer yerinden oynuyordu. İsrael en önemli Sovyet silahını canlı canlı ele geçirmişti. Sovyetler İsrael’i tehdit ediyor uçağı geri vermelerini istiyordu. Hala istemeye devam ediyorlar.  O MIG-21 ise,  bugün üzerine esprili bir şekilde 007 yazılmış vaziyette İsrael’de sergileniyor…

MIG-21 İsrael’in en yetenekli test pilotları uçurmaya başladı. Uçağın yetenekleri ve zaafları yavaş yavaş öğrenilmeye başlamıştı. ABD şiddetle uçağı incelemek istiyordu. O zamana kadar Sovyet SAM füzeleri hakkındaki bilgileri İsrael ile paylaşmayan ABD, dosyaları İsrael’e vermeyi kabul edince İsrael de ABD’nin MIG 2’i incelemesine müsaade etti.

Bu müthiş operasyonun faydalarını İsrael kısa zamanda gördü. Altı Suriye MIG-21’i Golan tepeleri üzerinde İsrael Mirage’ları ile kapıştı. Altısı da düşürüldü. İsrael uçakları üslerine sağ salim döndüler. 1967’de,  6 günlük savaşta, savaşın ilk günü İsrael, Suriye, Mısır ve Ürdün hava kuvvetlerini neredeyse yok etti. Havalanmaya muvaffak olan diğer MIG-21 lerde havada yok edildi.

Kol Hakavod İsrael. Her zaman başarıdan başarıya inşallah…

Aaron Baruch

28 Ağustos 2019 Çarşamba














ISRAEL İŞTE BUDUR….

Değerli okurlar;
Bu gün bir ileti aldım. Okudukça gözlerim dolmaya başladı, duygularım tavan yaptı. Sözü hiç uzatmadan aynen yayınlıyorum.


Sevgili Pala,

Şu an Hertzliya deniz kıyısında, güneş batışında, denizden yeni çıkmış vaziyetteyim. Düşüncelere dalmış ve sana bu yazıyı, anonim kimlikle bütün yahudi kardeşlerimle paylaşman için yazmaya karar verdim. 

Denizdeyken aklımdan aynı anda yüzlerce düşünce geçti. Beni iyi tanıdığın için, söylediklerimi ne dini ne de milli bir kimlikle yazmış olmayacağımı bilirsin.
Üstelik hem “kendine göre” değil, uluslararası normlara göre zirveyi yaşamış, hem de “kendime göre” dibin dibini görmüş biri olarak yazıyorum bu düşüncelerimi. Düz bir hayat yaşamış biri olarak değil. Temenni ederim ki tüm Yahudi kardeşlerim bu yazıyı önyargısız okurlar ve Israel’in ne demek olduğunu bir de bu açıdan değerlendirirler.  


Israel ne biliyor musun kardeşim? Hayat seni ortada bıraktığında, tek başına, ya da kalabalık ailenle, “beni daha önce hiç sevdin mi ?” Demeden sana kucak açan, taa eski atalarından sana miras kalmış evindir. Dilediğin an gelirsin buraya kimse gel ya da gelme diyemez sana, demez. Böyle inşa edilmiş. Geldiğinde kimse bu nereli demez. Adım atar atmaz, tanıdığın bir bayrak var gönderde. Önceden sevsen de sevmemiş de olsan de seni kabulleniyor toprak. Bayrak, ne ismini soruyor sana, ne inanç, ne de bugüne kadar kim olduğunu. Israel nedir biliyor musun? 40 yaşında yeniden doğabilme şansıdır kardeşim. İsmin ne olsun istiyorsan o olabilir. Özgürlüktür israel. Kimse sana öyle olmalısın böyle yapmalısın demez. 

Gelir gelmez kim olursan ol, cebine harçlığını koyan baba gibidir, kalacak yerin yoksa sana kucak açan anne koynudur. Sokakta otururken, insanların neyin var diye sorduğu, bayramda gidecek yerin yoksa sana her evin açık olduğu, hatta o evlerde atalarının binlerce yıllık mirasına yakışır, Avram Avinu’nun evinde gibi ağırlandığın yerdir israel. Ömrün boyunca gelmemiş olsan, o var olduğundan beri seni bekler. Defalarca aldatsan gitsen, her geldiğinde üzerini, kusurlarını örter. 

Sana kimsenin, burası bizim memleketimiz git buradan diyemeyeceği tek yerdir ulan Israel! Bütün dünya üzerine gelse, ana kucağı gibi seni sarar, kimselere vermez kollardır. 

İlk geldiğinde kızarsın, şaşırırsın, anlamazsın onu. Ne çok sevildiğini bilmeyen çocuk gibi. Hayatı haytalık eğlence olarak görenler içindir aslında ama anlamazsın :) eski alışkanlıklarını özlersin.  Mc Donalds’ı özlersin de, annenin çocukken yaptığı dolmadır ve aslında onu özlersin ama unutturulmuşsundur. Böyle bir şeydir işte Medinat Israel, ama zamanla idrak edersin.

Aslında âşık olduğun kadın gibi, hep eleştirir şikâyet edersin ama gitme ihtimalinde anlarsın ayrılığın ne demek olduğunu. Oysa o seni asla hiçbir koşulda terk etmeyecek bir sevgilidir. İsrael nedir biliyor musun kardeşim? Sadece sen olarak bile asla korkmayacağın, korkutulamayacağın vatandır. Vergi öderken canın acımayan, askere çocuklarını gönderirken ne olursa olsun değecek olan aşktır asıl evlattır.

İnsanların kaba göründüğü, bağırarak konuştuğu, zor bir hayattır, lakin burada kimse kimseyi kesmez doğramaz, öldürmez tecavüz etmez, çok istisnai durumlar dışında her karışı evin kadar güvenli dünyadaki tek ülkedir israel.

Denizi kimse satın alamaz burada, ister cebin delik olsun, ister milyonlara karış, aynı suda yüzersin ve kimse kimseyi yargılamaz varlığıyla ya da yokluğuyla burada. 
İnan deneyimlediğim için söylüyorum, bu ülkede aç uyumanın imkânı yoktur. Nereye gitsen bir ekmek arası falafel ya da ne varsa koşulsuz alıp utanmadan yiyebileceğin kendi mutfağındır Israel.

Israel görmeden anlaması mümkün olmayan, içinde yaşarken dahi anlaşılmayan, lakin bir durup düşündüğünde, çocukluk aşkın olduğunu anladığın, sana, sadece sana ait olan, adla seni aldatmayacak olan çocukluğundaki saflıkta aşktır kardeşim.
Bu yazıyı  gözden geçirmeyeceğim, imla hatalarını bile düzeltmeyeceğim eğer varsa, çünkü gönlümden koptuğu gibi yazdım, edit etmek istemiyorum. Bu saflıkta yazdım, bu saflıkta okunsun.

İşte böylesine doğaldır Israel, ve burada yaşamak kardeşim.

Lehayim

Evet dostlar, Israel işte budur. Bunu Bu topraklarda yaşamayan bu kadar duygulu yazamaz ve okuduğunda da bu kadar duygulanamaz… Neden diye sormayın, ben de bilmiyorum, belki havasından, belki suyundan belki de bu topraklara gelince kanında zaten mevcut olan 3000 yıllık Israeloğlu genlerinin uyanmasındandır...…

Sana da Lehayim değerli yazar…



Aaron Baruch


24 Ağustos 2019 Cumartesi

ISRAEL MEŞRU BİR DEVLETTİR…











Temmuz 2014’de üç İsrael’li öğrenci Hamas tarafından kaçırıldı ve enselerine birer kurşun sıkılarak öldürüldü. Akabinde gelişen olaylar sonucunda İsrael-Gazze savaşı başladı. O günlerde İsrael’in gencecik çocukları ülkeleri için canlarını verirlerken Türkiye’de yaşayan Yahudilerin 5-10 tanesi Yahudi Aydınlar Bildirisi başlığı altında şu metni yayınladılar.

…bizler yine de, Yahudi kökenli olduğumuz için değil, insan olduğumuz için, İsrael devletinin Gazze’de yürüttüğü politikaya karşı olduğumuzu beyan ediyoruz. Her konuda hemfikir olmayabiliriz, bazılarımız İsrael politikalarının tümüne, bazılarımız bir kısmına karşıyız. Ama hepimiz, İsrael’in saldırganlığına, militarizmine, genişlemeciliğine ve Filistin halkına uyguladığı şiddet politikalarına karşıyız. Bunun bilinmesini isteriz.
İMZALAYANLAR :
Alp Allovi,- Karel Bensusan,- Sandy İpeker Çağlıyor,- Metin Damar,- Metin Dekohen,- Lara Fresko,- İlker Geron,- Avi Haligua,- Eli Haligua-, Roni Marguiles,- Soli Özel,- İrvin Cemil Schick,- Reyan Tuvi…

Siz buraya imzalarını koyanlar, benim için İsrael düşmanısınız ve bu ülkeye girmeniz aynı İsrael’i boykot edenler gibi yasaklanmalı ve bu toprakları ayaklarınızla kirletmemeniz gerekli…

Ama bugünkü yazımın esas konusu bu iğrenç bildiri değil, bu bildiriye imza koyan komünistlerden biri… R.M.

Kendini aydın olarak tanımlayan R.M. diyor ki:

“Yahudi bir ailenin çocuğuyum. Yahudiliği o kadar bilmem. Dindar bir insan değilim. Kendi dinimle ilgilenmiş bir insan değilim. Benim İsrael ile ilişkim yok. Ben Türkiye vatandaşıyım. İsrael’de konuşulan dili de bilmem. Dindar olmadığım için oradaki insanların dini vecibeleri nedir bilmem, ilgilenmem, ama siyasi olarak eleştirel ötesi bakıyorum ve İsrael’in gayrı meşru bir devlet olduğunu düşünüyorum.”

Ben de, senin tam olarak saçmaladığını düşünüyorum.

İbranice bilmiyorsun, İsrael’de yaşamamışsın, Yahudi olarak doğmuşsun ama dininle hiç ilgilenmemişsin ve ne olduğunu da, ne olmadığını da bilmiyorsun. Kendin gibi İsrael düşmanı birkaç komünist yazarın kitabını okuyup, tam olarak bilmediğin İsrael’e düşman olmuşsun.

Uluslararası hukuktan bahsediyorsun ve İsrael’e gayrı meşru devlet diyorsun. Bunu nasıl söyleyebiliyorsun? Milletler Cemiyetinin kararı ile, İsrael devletinin uluslararası hukuka uygun olarak kurulduğundan haberin olmaması mümkün değil. Türkiye Mısır gibi Müslüman ülkeler dâhil neredeyse bütün dünyanın resmen tanıdığı İsrael’e nasıl gayrı meşru diyebiliyorsun? İsrael pasaportu ile bugün dünyanın 143 ülkesine (çok yakında ABD de dâhil) vizesiz gidilebildiği halde sen benim ülkem İsrael’i nasıl hukuk dışı bir ülke olarak yorumlarsın? Senin acaba bizim bilmediğimiz ve yalnızca senin gibi birkaç  aydının(!)  bildiği başka bir dünyanın başka hukuk kuralları mı var? İşine geldiği zaman hukuk diyorsun, işine gelmediği zaman ben bu hukuku tanımam diyorsun. Bu nasıl bir saçmalıktır?

Ben gerçekten seni anlayabilmek için söyleşilerinin bulabildiklerimi, defalarca izledim ve okudum. Sonunda karar verdim.

Evet, senin tam olarak saçmaladığını düşünüyorum. Sen İsrael’i tanımadan bilmeden yakından incelemeden ve en önemlisi bu ülkede birkaç sene yaşamadan bu güzelim ülkeye düşman olmuşsun. Senin gibi Devrimci Sosyalist İşçi Partisi üyesi olan bir komünistin İsrael’i benimsemesi zaten beklenemez. Bu eşyanın tabiatına aykırı…

Ama sana sormak isterim, İsrael olsaydı soykırım yaşanır mıydı? Türkiye’nin de İsrael’in de düşmanı Arapların hakları var da Yahudilerin hiç mi yaşamaya hakkı yoktu? Yahudi olmaktan başka suçları neydi?  Bu soruya da “insan olarak”  cevap versene…

Eğer sen ve diğer aydın(!) arkadaşların gerçekten İsrael’den bu kadar nefret ediyorsanız İsrael’in bu dünyaya hediye ettiği hiçbir teknolojiyi kullanmayın, ilaçlara el sürmeyin ve 1948’in gerisine gidin. Ben de sizin samimiyetinize inanayım.

Türkiye’deki ve İsrael’deki cemaat yetkilileri;

Bu adamın ve diğer kendine aydın(!)  diyen İsrael düşmanlarının, Yahudilerin hiçbir etkinliğinde yer almaması gerektiğini düşünüyorum. Bu İsrael düşmanlarına, cemaatlerin etkinliklerinde rol vermeyin.

Türkiye’de yaşayan Yahudiler ve İsrael’de yaşayan Turkanozlar, keşke yeteri kadar yazılanlar çizilenler ile daha çok ilgili olsalar ve tepkilerini ortaya koysalar… O zaman bu İsrael düşmanı komünistler yazacaklarına söyleyeceklerine, daha çok dikkat ederlerdi…

Esen kalın…

Aaron Baruch



4 Ağustos 2019 Pazar

İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL YAZIMA YAPILAN YORUMLARA CEVABIMDIR…











Yazıma başlamadan önce bilmenizi isterim ki uzun bir yazı olacak.

Lafı hiç uzatmadan doğrudan konuya gireceğim. Eleştirilere sebep olan birinci paragraf şöyle:

Bu davranış bozukluğu içerisinde olan insanlar, bu tarz hayatın içinde oldukları müddetçe yaşadıkları durumun farkına varamazlar. Bir çantaya binlerce dolar sayan, milyonlar ödedikleri bir saati bir gün sonra iade etmeye kalktıklarında geriye sadece % 10’unu alabilecekleri bildikleri halde yine de satın alan, marka tutkunu, hatta marka hastası bu tüketim toplumu, 8 sene evvel terk ettiğim İstanbul’da değişen pek çok koşula rağmen hala yaşadıkları bu sahte ve doyumsuz hayata devam etmektedir. Berberlere, manikür ve pedikürlere, en modern ağdalara randevu almak için çırpınan bu insanların yeni bir tutkusu da kendilerinin ve bulundukları ortamın resimlerini çekip sosyal medyada paylaşmaktır. Fakat ilginçtir, anlayamadığım, neden hepsi dudaklarını büzerek sanki “gördünüz mü bakın, ben de dudaklarıma estetik yaptırdım” der gibi poz vermeleri… Hatta diyebilirim ki bu insanlar genç, yaşlı, ihtiyacı var ya da yok, fark etmiyor, yaptırabildikleri her yerlerine bu estetikleri yaptırıyorlar. Sonuçta birbirinin aynı, gülüyorlar mı, ağlıyorlar mı belli olmayan ifadesiz suratlar ortaya çıkıyor… Ortak başka bir özellikleri de yeni edindikleri şekilleri göstermek ve gündemden düşmemek için bulundukları her yerden fotoğraflarla paylaşım yapmaları…

Sözlerimin tamamen arkasındayım. Bir çantaya binlerce lira, dolar neyse ne  saymak, bana göre akıllı bir davranış değil. Keza marka bir saate de aynı şekilde bir sürü para yatırmak bence yanlış. O çantayı da, saati de bir hafta sonra aldığınız yere götürün, geri almazlar. Çünkü enayiyi bir kere yakalamışlardır.

Hele estetik konusuna gelince çok sıkıntılıyım. Gencecik hanımlar botoks yaptırıp bir sürür para harcıyorlar. Üç beş hafta sonra her şey eskisine dönüyor. Gitti paralar. Yazık değil mi kocanızın babanızın uğraşarak kazandığı paralara… O ifadesiz suratlar da cabası. Güzelleşeceğim derken çirkinleşiyorlar. Tabii riskler de ayrı… Yüz estetikleri ayrı bir sorun. Onun bile modası var… Şimdilerde Fransız askısı modası geçerli.

Bir de hiç onaylamadığım meme estetiği var. Sanki bütün memeler yerçekimine karşı koyar gibi. Hele hele daha anne olmamış genç hanımların süt bezlerini parçalayarak yaptıkları o estetiğe çıldırasım geliyor. Katiyen onaylamıyorum.

Poz vererek resim çektirmek yine benim onaylamadığım bir davranış. Yine de buna katlanabilirim. Çünkü en zararsızı. Moda oldu, ne yapalım. Biz biraz eskilerde kaldık galiba. Fakat ne olur gittiğiniz her yerden, bulunduğunuz her mekândan mayoyla, bikiniyle bu kadar paylaşımda bulunmayın. Belki kendiniz yakınlarınızla, arkadaşlarınızla bir gurup kurabilir ve orada paylaşırsınız. Yani kendinizi bu kadar çok vitrine koymayın. Nazar değer maazallah… Neticede İstanbul bıraktığım gibi…
YANİ İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL…

Birinci paragrafta söylemek istediklerim bunlardı. Fakat Türk Yahudilerini hedef alıp yazmadım. Bu paragrafta hiç Türkiye, Yahudi, Cemaat, kelimeleri var mı? Kim neden üstüne alınıyor? Size vahiy mi geldi? Yaranız mı var ki gocunuyor musunuz?
Bu yazdıklarım İsrael’de de geçerli Amerika’da da…Sizin aklınızdan zorunuz mu var?
Hatta İsrael’de de, bu onaylamadığım davranışlar misli misli var. Çünkü başta Ruslar çok gösteriş meraklısı insanlar. Eh, İsrael’liler de öyle sayılır. Sözüm yazımı okuyabilen herkes için geçerlidir…

Bunu dün yorumlarda yazdım.
Açıkladım.
İsrael’de bu davranış bozuklukları Türkiye’den çok daha fazla var.
Ama kimse takmaz…
İNŞALLAH ANALATABİLMİŞİMDİR…

İkinci paragrafı atlıyorum. Sözlerimin aynen arkasındayım. Bu yarış her yerde farklı şekillerde var.

Üçüncü paragraf aynen şöyle:

Ortak başka bir noktaları da hepsinin cebinde birden fazla pasaport olmasıdır. Birkaç yıl önce İsrael’e gelip “ole hadaş” (göçmen) olmak ve İsrael Pasaportu almak Türkiye Yahudileri arasında modaydı. O kadar moda olmuştu ki  İsrael’de “iş bitiriciler”  türedi. Pek çokları gelip İsrael pasaportu aldılar.. İspanya ve Portekiz 500 yıl evvel kovdukları Yahudiler’e pasaport verebileceğini duyurunca o yöne bir hücum başladı. Dünyanın paraları harcandı ve bir sürü zorlu ve uzun süreçten geçilip bu ülkelerin pasaportlarını aldılar. Kolayca, hiç para harcamadan, üstelik de üstüne bir sürü para alarak İsrael Pasaportu alabilecekken neden, ecdadına etmediklerini bırakmayan bu ülkelerin pasaportunu almak için bu kadar uğraştıkları anlaşılır gibi değil. İsrael pasaportu ile neredeyse dünyanın her ülkesine vizesiz gidebilmek mümkünken (kısa bir zaman sonra ABD dâhil) başka pasaporta ne ihtiyacın var? Dedim ya, İstanbul sendromu “onda var, bende de niye olmasın?” durumu…
Türkiye’de, ya da İsrael’de veya nerede yaşıyorsa bir Sefarad Yahudi’sinin, İspanya veya Portekiz Pasaportu almak istemesini anlayamıyorum. İsrael pasaportun varsa, dünyanın her yerine (yakında ABD) gidebilirsin. Vizesiz. Eğer bir de Türk pasaportun varsa buna Arap ülkeleri de dâhil. Senin ecdadına bu kadar kötülük eden ülkeden niye pasaport dileniyorsun? Yalnız Türk pasaportun varsa vize derdine çözüm arıyorsan babanın evine İSRAL’E gel. Sana üç günde 5 yıllık pasaport versinler… Moda diyerekten, ne işe yaraıyacağını bilmeden, ben de alayım diye koşturup bir de üstüne para harcadıysan, e ben sana ne diyeyim? Bunu yapanlar var mı? Var. Neticede İstanbul bıraktığım gibi…

YANİ İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL…

Dördüncü paragraf şöyleydi:

Bir plaj konserine giderken bile takıp takıştıran, mücevherleri ve marka giysileri ile konseri localardan dünyanın parasını ödeyerek izleyen (bu arada konseri mi seyrederler yoksa birbirilerini mi incelerler o da tartışma konusu) bu toplumun ortak bir özelliği de devamlı bir şeylerden şikâyet etmeleridir. Ya hizmetçilerine kızarlar, ya berberleri saçlarını iyi boyamamıştır, ya da estetikçileri bir yerlerini onların istediği gibi düzeltememiştir. Devamlı mutsuzdurlar, devamlı birilerinden şikâyetçidirler. Onlara göre, kendileri ve çevrelerinden başka herkes cahildir, toplum kurallarını bilmez ve hatta kafasızdır. Dünya onların etrafında döner ve her zaman merkezde yalnız kendileri bulunurlar.  

Dostlar, bu anlattığım diğer anlattıklarım gibi % 100  doğrudur. (Kenan Doğulu – Çeşme konseri)

Burada derdim gösterişten uzak, basit yaşamanın dayanılmaz çekiciliğidir. Plaj kıyafetinin üzerine şortunu çekip niye çimenlerin üzerinde hem de 100 – 150 metreden köfte ekmek yiyerek seyretmek varken… Localara bir dünya para, eve git,  giyim, kıyafet, makyaj, tak, takıştır…
 Bunu yapan var mı? Var. Neticede İstanbul bıraktığım gibi…

YANİ İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL…

Açıklamalarım buraya kadar…

Şimdi beni eleştirirken dozu kaçırmış  olsalar da  kardeşlerimin merak edip bana yönelttikleri  sorulara genel olarak cevap vereyim:


-  
     
e   "Egomun şişkinliğinden” bahsedenlere iki  çift lafım var. Ne egosu be!  O senin dediğin İSTANBUL SENDROMU’na yakalanmış gösteriş budalalarında olur. Burada egolar yerlerde sürünüyor…

        Lafı gelmişken yorumunda, kendisinden 20 yaş büyük olmama rağmen bana “ZAVALLI” diyen hanım kızıma bir çift lafım var. Çok ayıp. Yakıştıramadım. Bir daha kimseye asla zavallı deme… Asla… Sen zavallı görmemişsin, çık o yaşadığın akvaryumdan da sana zavallı göstersinler… Ama onu da anlamasın ki.  Akvaryumda doğan balığa okyanusu nasıl anlatacaksın?

5   Yazılarımın prim yapmak ile ilgisi yok. Ön yargıda bulunmayın. Bu yaştan sonra ne prim, ne ego, ne şöhret ile işim olmaz. Tanrıdan tek dileğim önce, yakınlarım için sonra da kendim için sıhhattir…

    Facebook ya da diğer sosyal medyayla haftada toplam birkaç saat ilgilenirim. Daha fazla değil. Hatta İnstagram ile hiç ilgilenmem. Hesabım bile sanırım birkaç ay evvel torunum tarafından yapıldı. Torunlarım bazen resim koyarlar, “büyükbaba bak” derler, ben de fırsat bulursam bakarım. WhatsApp’da aile gurubumuz var. Daha çok orada haberleşir mesajlaşırız. O kadar. Bunları nereden biliyorsun dersen her kes biliyor, milleti aptal zannetmeyin…

    Sami Kenaz, şimdi sıra sana geldi. 300 den fazla Pro İsrael makale yazan birine AKİT gazetesini yakıştırmak ancak senin kafa yapında birisinin fikri olabilir. Sen haklı çık da ne olursa olsun öyle mi? Esas konumuza gelince Sen de ben de biliyoruz ki,  İstanbul’da da, İsrail’de de, başka yerlerde de İstanbul Sendromu olarak tarif ettiğim hayat tarzını süren insanlar var. Ben de bu hayat tarzını tasvip etmiyorum. Hele Türk Yahudileri içinde bulundukları durumun farkında olup ellerinden geldikleri kadar gösterişsiz yaşamalılar… Yazdıklarımı beğenmiyorsan takma, nasıl istersen öyle yaşa… Kimin umurunda…
Amacımı hedefimi niyetimi filan sormuşsun ya, bak başkaları da öğrensin bilsin diye cevap vereyim:

BENİM PUSULAM ŞİMAL YILDIZINI DEĞİL, SADECE DAVİD A MELEH’İN YILDIZINI GÖSTERİR.
MAGEN DAVİD’İ … ALTI KÖŞELİ YILDIZI…
YÖNÜM DE HEDEFİM DE ODUR…

Hepiniz kardeşimsiniz, hepinizi seviyorum. Esen kalın…

Aaron Baruch  (Ankaralı)




3 Ağustos 2019 Cumartesi

İSTANBUL BİLDİĞİN İSTANBUL…














1973 yılında Stockholm’da  banka soyguncusu tarafından 6 gün rehin tutulan banka görevlisi bir kadın, soyguncuya âşık olur. Psikologlar kurbanın suçluya duygusal olarak bağlanmasını STOCKHOLM SENDROMU olarak tanımlarlar…
(Acaba Türk halkı kurban ve Türkiye’yi bu günkü haline getiren yöneticiler suçlu olarak tanımlanırsa, Türkiye’nin yarısının Stockholm Sendromundan mustarip olduğu düşünülebilir mi?)

1994 yılında Estonya feribotu su almaya başlar ve yan yatar. Gemideki 987 yolcudan sadece 137’si kıyıya çok yakın olan feribotu tahlisiye sandalları ile terk eder ve kurtulur. 852 yolcu ise kaptanın ”dünyanın en modern gemisindesiniz, bir şey olmayacak” laflarına inanır ve hepsi boğulur. Son saniyeye kadar olanı biteni rahat rahat seyreden insanların davranış biçimini inceleyen psikologlar bu durumu, ders kitaplarına ESTONYA SENDROMU olarak kaydederler.
(Acaba batmakta olduğu bazı çevreler tarafından dile getirilen Türkiye’nin yarısından fazlası, kaptanın “her şey yolunda, sadece dış çevreler bizi kıskanıyor” lafına inanarak son saniyeye kadar olanı biteni rahat rahat izlemesini Estonya Sendromu olarak yorumlayabilir miyiz?)

Son zamanlarda öne çıkan bir başka davranış şekli de KALİFORNİYA SENDROMUDUR. Sınırsız tüketim ve eğlence toplumlarının zevk düşkünlüğü, benmerkezcilik, yalnızlık ve mutsuzluk… Amerikalı psikiyatri uzmanları, hızla artan bu rahatsızlığı tüketim ve eğlence kültürünün uç sınırlarda yaşandığı yer olan Kaliforniya’da çıktığı için bu davranış biçimine Kaliforniya Sendromu diyorlar.

Bir de İSTANBUL SENDROMU var ki bu yazının esas konusu o… Bu tabiri ilk kullanan eski İstanbullu yaşlıca bir adam… (Bu ben oluyorum.)

Bu davranış bozukluğu içerisinde(!)  olan insanlar, bu tarz hayatın içinde oldukları müddetçe yaşadıkları durumun farkına varamazlar. Bir çantaya binlerce dolar sayan, milyonlar ödedikleri bir saati bir gün sonra iade etmeye kalktıklarında geriye sadece % 10’unu alabilecekleri bildikleri halde yine de satın alan, marka tutkunu, hatta marka hastası bu tüketim toplumu, 8 sene evvel terk ettiğim İstanbul’da değişen pek çok koşula rağmen hala yaşadıkları bu sahte ve doyumsuz hayata devam etmektedir. Berberlere, manikür ve pedikürlere, en modern ağdalara randevu almak için çırpınan bu insanların yeni bir tutkusu da kendilerinin ve bulundukları ortamın resimlerini çekip sosyal medyada paylaşmaktır. Fakat ilginçtir, anlayamadığım, neden hepsi dudaklarını büzerek sanki gördünüz mü bakın, ben de dudaklarıma estetik yaptırdım” der gibi poz vermeleri… Hatta diyebilirim ki bu insanlar genç, yaşlı, ihtiyacı var ya da yok, fark etmiyor, yaptırabildikleri her yerlerine bu estetikleri yaptırıyorlar. Sonuçta birbirinin aynı, gülüyorlar mı, ağlıyorlar mı belli olmayan ifadesiz suratlar ortaya çıkıyor… Ortak başka bir özellikleri de yeni edindikleri şekilleri göstermek ve gündemden düşmemek için bulundukları her yerden fotoğraflarla paylaşım yapmaları…

İstanbul sendromunun en kötü yanı, bu hayat tarzının  bir yarışa ve sürü psikolojisine dönmesidir. İnsanlar bu hayata yetişebilmek için parasal olarak zorlansalar dahi yarıştan çıkamıyorlar ve yarışa ayak uyduramayanlar sonunda bazen yaşadıkları ortamı dahi terk etmek zorunda kalıyorlar…

Ortak başka bir noktaları da hepsinin cebinde birden fazla pasaport olmasıdır. Birkaç yıl önce İsrael’e gelip “ole hadaş” (göçmen) olmak ve İsrael Pasaportu almak Türkiye Yahudileri arasında modaydı. O kadar moda olmuştu ki  İsrael’de “iş bitiriciler”  türedi. Pek çokları gelip İsrael pasaportu aldılar.. İspanya ve Portekiz 500 yıl evvel kovdukları Yahudiler’e pasaport verebileceğini duyurunca o yöne bir hücum başladı. Dünyanın paraları harcandı ve bir sürü zorlu ve uzun süreçten geçilip bu ülkelerin pasaportlarını aldılar. Kolayca, hiç para harcamadan, üstelik de üstüne bir sürü para alarak İsrael Pasaportu alabilecekken neden, ecdadına etmediklerini bırakmayan bu ülkelerin pasaportunu almak için bu kadar uğraştıkları anlaşılır gibi değil. İsrael pasaportu ile neredeyse dünyanın her ülkesine vizesiz gidebilmek mümkünken    (kısa bir zaman sonra ABD dâhil)   başka pasaporta ne ihtiyacın var? Dedim ya, İstanbul sendromu “onda var, bende de niye olmasın?” durumu…

Bir plaj konserine giderken bile takıp takıştıran, mücevherleri ve marka giysileri ile konseri localardan dünyanın parasını ödeyerek izleyen   (bu arada konseri mi seyrederler yoksa birbirilerini mi incelerler o da tartışma konusu)    bu toplumun ortak bir özelliği de devamlı bir şeylerden şikâyet etmeleridir. Ya hizmetçilerine kızarlar, ya berberleri saçlarını iyi boyamamıştır, ya da estetikçileri bir yerlerini onların istediği gibi düzeltememiştir. Devamlı mutsuzdurlar, devamlı birilerinden şikâyetçidirler. Onlara göre, kendileri ve çevrelerinden başka herkes cahildir, toplum kurallarını bilmez ve hatta kafasızdır. Dünya onların etrafında döner ve her zaman merkezde yalnız kendileri bulunurlar.  

Zamansal olanakları veya fiziksel durumları, hatta belki ekonomik imkânları o anda elverişli değilse bile, yakın çevrelerinin katıldıkları her aktiviteye katılırlar. Yemeğe gidilecek, ben de geliyorum, seyahatte çıkılıyor, tamam ben de varım gibi… Eğer katılmazlarsa geri kaldıklarını düşünürler ve yarıştan kopmamak için her aktiviteye katılmak için ne gerekiyorsa yaparlar… Kendi güvenli çevrelerinin içinde her şey onlar için mübahtır. 

Genel kültürlerinin çok mükemmel olduğunu her fırsatta sergilemekten kaçınmazlar. Fakat onların “genel kültür” dediği şey internet ve dedikodu ile sınırlıdır. Yani boş fıçılar çok ses çıkarır misali… Hepsi doktordur, hepsi eczacı, hepsi borsacı ve ekonomi profesörüdür. Oysa bildikleri sadece başkasından işittikleridir. Ne kitap okurlar, ne araştırma yaparlar ne de her hangi bir konunun doğrusunu öğrenmek için çaba sarf ederler.

Kısacası İstanbul’da durumlar aynı, değişen sadece zaman, yoksa gerisi nasıl biliyorsan aynen yerinde… Tüketimden başka hiçbir işe yaramayan sahte hayatlar…

Sözlerimi Ahmet Haşim’in şu çok sevdiğim O BELDE isimli muhteşem şiirinden alıntı yaptığım şu dizelerle bitirmek galiba uygun olacak.



Ne sen,
Ne ben,
Ne  hüsnünde toplanan be mesâ,
Ne de âlâm-ı fikre bir mersâ 
Olan bu mâi deniz,
Melâli anlamayan nesle aşina değiliz...

(Ne sen,
Ne ban,
Ne güzelliğinde toplanan bu akşam
Ne de karamsarlığa bir liman
Olan bu mavi deniz
Kederi anlamayan nesle aşina değiliz...)



Esen kalın,
Aaron Baruch   (Ankaralı)