29 Haziran 2019 Cumartesi

MIT, MOSSAD, CIA İŞBİRLİĞİ – APO’NUN YAKALANIŞININ GERÇEK ÖYKÜSÜ









Bu hafta Hürriyet gazetesi ve Takvim gazetesi APO’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilişinin hikâyesini yazdı. Ne yazık ki her ikisi de eksik ve yanlışlar ile dolu. Bu iki gazetenin okurlarına biraz daha saygı gösterip yayınlayacakları yazıları daha iyi araştırmaları gerekir diye düşünüyorum.

Şimdi sizlere APO’nun yakalanıp Türkiye’ye getirilişinin gerçek öyküsünü yazmaya çalışacağım.

Yıl 1999. 

CIA başkanı Langley'deki ofisine girer girmez,  sekreterine MİT başkanı Şenkal Atasagun'la görüşmek istediğini söyler. Sekreter, dinlenemeyen telefondan  Ankara'yı arar. Konuşma kısa  sürer.
-Biraz evvel başkan Başkan Clinton ile görüştüm. Sizinle son konuştuğumuz konuda, başkan yeşil ışık yaktı.
MİT başkanı çok sevinmişti.
-Tamam, o zaman bitirelim işini.
CIA başkanı ekledi:
-MOSSAD başkanı ile de görüştüm. (O tarihte İsrael Başbakanı Benjamen Netanyahu'dur.) Onlar da destek verecekler. Ancak adamı önce  saklandığı delikten dışarı çıkartmamız gerekli. Orada operasyon yapamayız. 

Bahsettiği adam APO idi ve Suriye’de saklanıyordu. Orda operasyon yapamazlardı çünkü bir süre önce MİT'in özel ekipleri Suriye'ye sızmışlar ve Bekaa vadisinde Abdullah Öcalan'ın yerini saptamışlardı. Yapılacak tek şey,  onun konvoyunu Şam yolunda kıstırmak ve işini bitirmekti. Hazırlıklar son safhada iken bir MGK  (Milli Güvenlik Kurulu)  toplantısından sonra  4 yıldızlı bir general gazetecilere, "nefesimiz APO'nun ensesinde"   diye demeç verince Suriye yönetimi uyandı ve   APO'yu Şam'da  çok iyi korunan, bakanların da oturduğu yüksek güvenlikli özel bir yere yerleştirdi. Buradaki bir operasyon, ortalığı kan gölüne çevirirdi. Demeçten sonra MİT ajanları, yıldırım hızı ile Suriye'yi terk etmek zorunda kalmıştı.

CIA başkanı haklıydı. Önce APO'yu oradan dışarı çıkartmak gerekliydi. Telefon konuşması iki taraf uzmanlarının MOSSAD'ın da katılması ile 3 gün sonra Ankara'da bir araya gelmeleri kararı ile bitti. MİT başkanı Şenkal Atasagun bilgi vermek üzere derhal  başbakanlığa, Bülent Ecevit'in yanına gitti ve durum hakkında bilgi verdi.  Toplantı birkaç gün sonra Ankara'da gerçekleşti ve CIA, MOSSAD ve MİT, APO'nun Suriye'den dışarı çıkartılması için tek yolun Türkiye'nin Suriye'yi ciddi bir şekilde, savaşla tehdit etmesi konusunda anlaştılar. 

Bu konuda Amerika ve İsrael neden Türkiye'yi destekliyorlardı? Destekliyorlardı çünkü;
1-PKK Marksist bir terör örgütü idi.  Ruslara yakın Amerika'ya  karşıttı.  Elbette ki bu da, Amerika'nın hiç işine gelmiyordu. 
2-Türkiye'nin, APO yüzünden Suriye'ye karşı (Amerika ile ya da Amerika ‘sız) askeri bir harekât yapacağı artık nerede ise kesinleşmişti. Türklerin  sabrı kalmamıştı. Bu bağlamda Suriye ordusunun  Türklere direnmesi imkânsızdı. Türk ordusu 48 saatte Şam'a bayrağı dikerdi. Dikerdi de sonra ne olurdu? Saddam'ı, İran'ı hesap etmek gerekliydi. Fransa ve Çin kesinlikle olayı BM güvenlik kuruluna taşıyacaktı. Suudiler ‘in tepkisi kestirilemiyordu. İsrael bu gelişmelerden kesinlikle olumsuz etkilenecekti. 
3- APO  İsrael karşıtı idi. Bu da İsrael oğullarını rahatsız ediyordu. 

Hep beraber APO'nun  defterini dürmeye karar verdiler. Yani İsrael'in de, Amerika'nın da kendi hesapları vardı. Yoksa kimse kimsenin karakaşına, kara gözüne bayıldığı için elini taşın altına koymaz.

Karar verildikten sonra Ankara'ya MOSSAD ve CIA bilgi yağdırmaya başladı. MOSSAD, Suriye Birlikleri'nin yerlerini, sayılarını, cephane ve ateş gücünü, hareket etme yeteneklerini bildiriyordu. Hatta yedikleri yemeklere varıncaya kadar. Hatta Suriye hava kuvvetlerindeki pilotların kaçının gözlerinin bozuk olduğuna kadar...

Bakın bu noktada bu bilgilerin neden önemli olduğunu açıklamak lazım. İsrail'in Lübnan'ın işgali sırasında Libya lideri KADDAFİ  çok sert açıklamalarda bulunmaya başlar. Bu delinin ne yapacağı belli değildir.  Libya'nın elindeki Rus malı savaş uçakları  İsrail'e kadar gelebilecek yetenekte  idiler. Oysa İsrail Libya'dan hiç çekinmemektedir. Bunu İsrael’li bir yetkiliye soran gazeteci şu cevabı alır:  

-Biz Libya hava kuvvetlerinde Ruslardan aldıkları bu gelişmiş savaş uçaklarını kullanabilecek kaç pilotun uygun olduğunu biliriz. Örneğin eli titreyen, gözü bozuk olan ve bilgisayar konusunda çok ileri derecede bilgisi olmayanlar bu uçakları kullanamazlar. Libya hava kuvvetlerinde bu özelliklerdeki savaş pilotu sayısı 10 kadar. Bu nedenle Libya'daki savaş uçaklarını Rus pilotlar  kullanıyor. Moskova da pilotlarına böyle bir emir vermez.  Bu yüzden Libya'dan çekinmemizi gerektirecek bir durum yok.

Son olarak İsrael'den Ankara'ya kuyruk numarası olmayan beyaz bir Jumbo jet gelir. Uçaktan 5 İsrael'i iner. Çok özel  5 kişi. Gizlice geldiler. Gizli demek gerekli, çünkü İsrael bunu asla kabul etmez. İsrael’li 5 kişilik tim, Suriye Ordusu hakkında en gizli ve son bilgileri Genel Kurmay Başkanlığı'nda MİT temsilcilerinin de katıldığı toplantıda masaya bırakırlar.  Sonra essiz sedasız geldikleri gibi giderler...

Dönemin cumhurbaşkanı rahmetli Demirel bir yurt dışı gezisinde Türkiye'nin Suriye'ye karşı sabrının taşmakta olduğunu söyler. Bu yeni bir haber değildi. Çok ilgi çekmez. Fakat bir şeyler oluyordu. Türk Ordusu Suriye sınırına yığınak yapmaya başlamıştı. Özel timler Suriye'ye sızmaya başlamıştı. Yabancı istihbaratlar ülkelerine bir Türkiye Suriye savaşının çok olası olduğu hakkında raporlar veriyorlardı. Esas planın APO'yu Suriye'den çıkartmak olduğunu kimse bilmiyordu. Buna Türkiye ve Amerika'daki sivillerde dâhildi. MİT de, CIA de MOSSAD da olayı gizli tutmayı başarmıştı. Bu üç gizli servis olayı bambaşka bir yöne çekmeye muvaffak  olmuştu. Oysa durum çok ciddi görünüyordu. O kadar ki Türk F-16 ve F-4 pilotları  uçaklarında idiler...  Her şey düğmeye basmaya kalmıştı...

Derken bir 4 yıldızlı Türk generali Suriye sınırında alışılmamış derecede sert açıklamalar yapar. Arap dünyasında alarm zilleri çalmaya başlar. Arada Amerika bazı Arap dostlarına durumun ciddiyetini fısıldamaya başlar.  Arap dünyasının ağabeyi  Mısır başkanı Mübarek'e de  "bu sefer Türk'ler ciddi"   diye bir mesaj gönderir.  Mübarek soluğu Ankara'da alır. Derhal Demirel'i ziyaret eder. Demirel çok sert ifadelerle  sabırların taştığını, düğmeye basılmasının an meselesi olduğunu anlatır.  Arabuluculuk dönemi bitmiştir.  Mübarek "derhal Kahire'ye döneceğini ve ertesi günü Şam'a gideceğini" söyler. Kurt politikacı Demirel müthiş bir cevap verir:

-Yarın çok geç olabilir...

Mübarek Kahire'ye filan dönmez derhal Şam'a gider. Durumun ne kadar ciddi olduğunu anlamıştır. Hafız Esad'a durumu anlatır. Ya APO'yu verecekti ya da Türk ordusu Suriye'ye  giriyordu. Hafız Esad  "APO'yu başka bir ülkeye sınır dışı etmeyi"   teklif eder.  Olurdu tabii. Her şey planlandığı gibi gidiyordu. Planın amacı zaten APO'yu saklandığı o delikten dışarı çıkartmaktı. Böylece askeri harekâta da gerek kalmayacaktı.  APO'nun uçağı kalktıktan 5 dakika sonra MİT karargâhına şu mesaj gelir.

-Balık gölden ayrıldı...

Öcal'ın uçağı oradan oraya dolaştı. Yunanistan sırf Türkiye düşmanlığı yüzünden APO'yu konuk etmeye istekliydi. Ancak, Amerika'dan   "O takdirde Türkiye ile savaşı göze alın"   mesajı gelince vaz geçtilerAvrupa'da hiç bir ülke APO'yu kabul etmiyordu. Sadece İtalya kabul etti. Fakat tepkiler çok büyüktü oradan da gönderdiler.   Sonunda APO Kenya'nın başkenti Nairobi'ye  gitti. Yunanistan büyükelçisinin konutuna yerleşti. MİT özel bir jet (Cavit Çağlar'dan) kiraladı. Pilotlardan birisi yabancı uyrukluydu.  Uçak derhal Nairobi'ye gönderildi ve oraya vardığında alanın bir köşesine çekilip beklemeye başladı. Tam o sırada dünya istihbarat tarihine geçecek müthiş bir iş becerildi. 

Yunan büyükelçisi ve APO'nun yanındakiler daha evvel aradıkları fakat cevap alamadıkları Hollanda büyükelçisini tekrar aradılar. Bu sefer,  haberler iyi idi. Hollanda,  APO'nun siyasi sığınma isteğini kabul etmişti. Bir uçak yarın Nairobi'ye gelecek, APO ve yanındakileri alarak Hollanda'ya götürecekti. Herkes çok mutlu idi. Ancak bilmedikleri bir şey vardı. Onlar telefonda, Hollanda büyükelçisi ile konuştuklarını sanıyorlardı. Oysa konuştukları kişi MOSSAD'ın mükemmel Flamanca ve Hollanda İngilizcesi konuşan bir ajanı idi. Onlar Hollanda konsolosluğunu her aradıklarında telefon MOSSAD'a  bağlanıyordu. 

Beklenen gün geldi. Dokuz siyah cip kapıya sıralanmıştı. Hepsinde de   kravatlı zenciler vardı. Ama bazıları Amerikalı idi. Elbette APO bunu bilmiyordu. Kendisini öndeki cipe aldılar. Arkadaşları arkadaki arabalara bindiler. Havaalanına gelince APO'nun arabası konvoydan ayrıldı. Arkadaki arabalardaki APO’nun arkadaşları kıyameti kopardıysalar da bir netice elde edemediler. APO yalnız kalmıştı. APO, Kıbrıs Rum kesiminden aldığı pasaport elindeydi ve bindiği cip doğrudan aprona girip park etmiş uçağın yanına geldi. Merdivenlerde sarışın bir pilot APO'ya selam verdi. APO sarışın pilotu görünce içi rahatladı. Artık Hollanda'ya gideceğine emindi. Merdivenleri çıktı. Pilotla selamlaştı ve uçağa girdi. Uçağın kapısı kapandı. İçerideki MİT subay ve astsubayları kendisini bekliyorlardı.   Partiya Karker Kurdistan  (Kürdistan İşçi Partisi)  yani PKK'nın kurucusu ve lideri Abdullah Öcalan, yakalanmıştı. 

Bundan sonrasını herkes biliyor. Uçağın kapısı kapanınca APO’ya önce sakinleştirici bir iğne yapıldı. Sonra kimlik tespiti için gerekli çalışmalar tamamlandı. Bir yanlışlık yoktu, ellerindeki adam APO idi. Uçak Türk hava sahasına girdiğinde APO kendine gelmişti. Ajanslar, Ecevit’e dayanarak haberi geçmeye başladılar.  Türk subaylardan biri APO’ya “memlekete hoş geldin” dedi. Plana göre uçak Bandırma’ya inecekti, fakat hava muhalefeti yüzünden önce İstanbul’a indi, sonra durum düzelince Bandırma’ya hareket ettiler.

APO macerası  bitmişti...
Hikâyenin aslı bu…

Aaron Baruch   (Ankaralı)

Kaynakça   :  Sedat Sertoğlu   - Yazsam Olay Olur  - GOA yayınları 2006

Sedat Sertoğlu kimdir:

Babası Murat, amcası Mithat Bey, dedesi Selami İzzet ve dayısı İzzet Sedes gibi kendisi de gazeteci olan, Tevfik Fikret'le akrabalığı bulunan Sedat Sertoğlu için bir de iddia var: MOSSAD ajanlığı.

"Günaydın'da çalışmaya başladım, 2 ay mı ne olmuş. Bir sabah yazı işleri toplantısına geldi Haldun (Simavi) Bey elinde bir kâğıt ile geldi.  Birisi dedi  böyle bir mesaj koymuş benim masama. Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanıdır. Eğer dedi  Sedat Sertoğlu MOSSAD ajanı ise hepinizden daha akıllıdır."

Sözün sahibi Sedat Sertoğlu'dur. Sertoğlu, Türkiye'de gazeteci olarak tanıdığımız birisidir. Sertoğlu, vakti zamanında Milliyet gazetesinin Ankara Temsilciliği yapan dayısı İzzet Sedes'in kendisini Abdi İpekçi ile tanıştırması neticesinde gazeteciliğe adımını atmıştır: "Dayım, Abdi seni çok sever, bir dene belki seversin gazeteciliği” dedi.

Yıl 1966'dır. Sertoğlu, Milliyet'e polis muhabiri olarak girer. İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni 1965'te kazanan, üniversitede ikinci yılına başlamaya hazırlanan Sedat Sertoğlu, bir ara Abdi İpekçi tarafından çağrılır:

"O zaman gazetelerin imkânları böyle değil. “Ne yaparsan saat 14'e kadar yapman lazımdı. O zamanlar üniversite öğrencileri sabahçı ve öğlenci idi. Ben de sabahçı idim. İpekçi gündüz çalışman lazım, ya gazete ya üniversite dedi. Ben gazeteyi tercih ettim."

Sedat Sertoğlu aslında ünlü bir gazetecinin oğludur. Hatta ailede dayı İzzet Sedes'in dışında, Sertoğlu'nun anne tarafından büyükbabası Selami İzzet ile amcası Mithat Sertoğlu da gazetecidir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.